30 Mart 2015 Pazartesi

Akbaba

Okumanıza başlar başlamaz, hem de böyle bir ortamda eleştirmek istemem kimseyi ama şunu diyeyim, özellikle birkaç kült isme karşı "vay be müthiş" gibi tepkiler veren insanlardan olmayınız. Yani verin de, gerçekten ilgi alanınızdaysa ya da seviyorsanız verin. Kült oldukları için beğeniyor gibi yapmanız sizi bir kazmadan başka bir şey yapmaz (Bu kadar emin konuşmam tecrübeye dayanıyor aslında, yani lise yıllarımdaki farklılık sevdama. Ben de bir kazmaydım, belki hala öyleyim). Kült demişken örnek vereyim biraz; örneğin David Lynch. İlginç ama bir o kadar da mide bulandırıcı filmleri vardır. Kendi açımdan söyleyeyim (bir Mü'min olarak), bir
pislikten fazlası değildir. Sonra mesela Quentin Tarantino, yahut herhangi bir değişik isimli yabancı müzik grubu (Lynryd Skynyrd mesela) son olarak da biraz daha bilindik bir isim, İsmet Özel. Bu bahsettiğim popülarizm diye geçiyor sanırım. İnsanların birbirlerine uyguladıkları türden. Aslında farklı bir şey söylemedim ama vurgulamak istedim ki samimiyet önemli. Aksi halde bir, çocuk-insan oluveriyorsun. Seyrin oldukça komik ama içten içe itici bir acıma duygusu kaldırıyorsun. Ah, çıkıp biri "sanane?" dese susar kalırım ya her neyse. Bunları yazmamalıydım ama tutamadım işte, özür dilerim.

Kafka da yukarıdaki isimlerden birisi. İşte şimdi paylaşacağım hikâye, bu zavallı adamın en sevdiğim yazılarından biridir. Öyle ki 3-5 farklı kişiye okumuşumdur. Neden seviyorum peki? Vermek istediği ileti mi güzel? Hayır, aslında öyle bir derdi olduğundan da emin değilim. Beni kendine çeken okurken duyduğum kırmızı siyah hislerdir. Kim bilir, belki siz de aynı şeyleri duyarsınız.

-----------------------------------

Akbaba

Bir akbaba vardı, ayaklarımı gagalıyordu. Çizme ve çoraplarımı didik didik etmiş, sıra ayaklarıma gelmişti. Durup dinlenmeden gagalıyordu; arada bir havalanıp çevremde tedirgin dolanıyor, sonra yine çalışmasını sürdürüyordu. Derken bir Bay geçti karşıdan, bir vakit durumu izledi, sonra niçin akbabaya ses çıkarmadığımı sordu.

"Ne yapabilirim ki!" dedim. "Geldi, haydi gagalamaya başladı; kuşkusuz ilkin kovmak istedim, hatta boğacak oldum kendisini; ancak böyle bir hayvanın gücüne diyecek yok. Baktım hemen suratıma atlayacak, ben de ayaklarımı gözden çıkarmayı uygun buldum; artık didik didik edilmelerine de bir şey kalmadı."

- "Vallahi bilmem ki neden bunca işkenceye katlanıyorsunuz!" dedi Bay.

"Bir kurşun akbabanın işini görür hemen."

- "Ya?" diye sordum ben. "Peki bunu siz yapar mısınız?"

- "Hayhay!" dedi Bay.

"Yalnız eve kadar gideyim de silahımı alıp geleyim. Bir yarım saat daha bekleyebilir misiniz?"

- "Bilmem," diye yanıtladım ben ve bir süre acıdan kaskatı kesildim, ardından dedim ki:

"Ne olur, siz gene bir deneyin!"

- "Peki, peki!" dedi Bay. "Bir koşu gider gelirim."


Biz konuşurken, akbaba gözlerini bir Bay'a, bir bana çevirmiş, sessiz sakin bizi dinlemişti. Şimdi görüyordum ki, bütün söylenenleri anlamıştı; ansızın havalandı, hız almak için alabildiğine geriye kaykılıp usta bir mızrak atıcısı gibi gagasını ağzımdan içeri daldırdı, derinlere gömdü. Ben sırtüstü yıkılırken, onun tüm çukurları dolduran, tüm kıyılardan taşan kanımın içinde kurtuluşsuz boğulup gittiğini görerek rahatladım.


Çeviri: Kâmuran Şipal

Bitirirken, bu çevirmeni çok takdir ettiğimi de belirteyim. Yazıların ruhunu bozmuyor. Gıyaben de olsa teşekkürler çevirmen bey.

3 Mart 2015 Salı

Seçilmiş kişi olmaya dair

I

iki ay önce geceleyin saat 4 civarındayken odamın penceresinden binanın arka tarafındaki sokağa baktım ve orada bir çöpçü ile aynı bakışta karşılaştık. yol taşlı, çöpçü adam ise sakallı idi. bu adamın oldukça güzel, yumuşak görünümlü ve beyazlamış sakalları neredeyse parlıyor gibiydiler. sakalları bir kenara bırakacak olursam, burnumu çıkarır çıkarmaz birbirimize bakmaya başlamıştık. bu on saniyeden az sürmüştü ve gerçekten çok muzip hissetmiştim. neden sonra adamın gözleri dikkatimi çekmişti. gözlerini seçemiyordum, görünmüyorlardı. evet, vakit gece vakti idi ama gözleri göremememin nedeni bu değildi. çok güzellerdi ama bir o kadar da ışıktan yoksundular. bu halleriyle
sadece gece dışarı çıkan birinin gözlerini andırıyorlardı. eşsiz varlıklardı doğrusu çöpçü bey’in gözleri. onları size nasıl anlatırım acaba diye düşünüyorum ve buluyorum; siyah birer yıldızdı onlar. aklıma gelmişken sorayım, siyah ışık olur mu hiç?
ne yapsam kestirememiştim. insan içinde yere düştüğümüz anlarda utançla güldüğümüz gibi gülsem mi, yoksa ciddilik takınarak yüzüne bakmaya devam mı etsem diye düşünüyordum. fakat birden eğer hazırsam gelebileceğimi söyledi. gülünç planlarımdan haberi olmadığı ne kadar da belliydi.
aşağı atladım ve yere basar basmaz ayağıma bir cam battı. kanayan yere baktıktan sonra bir şey yapmadan devam ettim. uğraşmaya kalksam çöpçü bey’le konuşma fırsatını kaybedebilirdim. Bu esnada cam sanki canlanmış, ayağımdaki bir damardan içeri süzülmüş ve vücudumda gezinmeye başlamıştı. şimdi anlıyorum ki geceleyin giriştiğim bu işin diyetini ödemem isteniyordu. camın ayağımdaki dokuları yırta yırta ilerlediğini hissettim ama yine de tepki vermemeye çalışarak çöpçü bey’in yanına gittim. o ise işaret ve orta parmaklarını birleştirerek alnıma bir kez -hafif sertçe- dokundu. böyle bir şey beklemiyordum. sanki alnım merkezli bir tınlama vücuduma yayıldı. bu arada çöpçü bey fazla zamanı olmadığını söyledi. sözlerimi hemen döküp saçmaya karar verdim: ‘’söyler misiniz, insanlar eşsiz midir? eğer öyleyse neden bir insana ‘’ne tuhaf insan’’ diyoruz? gerçi bazıları insanların aslında hayvan olduğunu söyleyip, matematik kurallarına göre incelemeye çalışıyor ama bu kesinlikle saçma. tamam, hiç kimse bir başkasının yaşadığı hayatı yaşamıyor, hiç kimse bir diğerinin sevdiği bütün şeyleri sevmiyor ve yine hiç kimse bir diğerinin düşüncelerinin tamamen aynısına sahip değil. tüm bunlar böyleyken, sıradanlık nedir? merak ediyorum, aslında sıradanlık diye bir şey yok da biz mi uydurduk? eğer sıradan yoksa özel olan da yoktur. dikenli çalıya düştüm çöpçü bey, lütfen söyleyin, beni özel kılan nedir?’’
gülümsedi. ‘’sen çok özel bir delikanlısın, tıpkı herkes gibi. zaman ve izafiyet konularında düşünmeni tavsiye ediyorum. unutmadan şunu da sorayım; bir zaman tanımı yapar mısın?’’
duraksadım. tekrar konuştu: ‘'şöyle mi deseydim; zamanı tanımlayabilir misin?’’
ben topallarken cam parçası gayet hızlı hareket etmiş, artık beynime gelmiş olmalıydı ki başımda dayanılmaz acılar duymaya başlamıştım. zamanı tanımlayamayacağımın farkındaydım. elimde ufak bir örtü vardı ve koskoca bir masayı örtmem isteniyordu. Bir köşeyi örtsem diğer köşe açıkta kalacaktı. çöpçü bey alnıma tekrar dokundu, dokunduğu yerde kan pınar oldu fışkırdı adeta. Bu dokunmanın şiddetinden değildi, bilakis, tahammül seviyesinin haddindeyken ufak bir sesin çığ düşürmesine güzel bir örnekti. yoksa bu cam, iç içe geçmiş düşüncelerin yaptığı soyut bir işkence olmasındı? çöpçü bey arkasını döndü ve gözden kayboldu. gözlerimle onu izledim. ardından taşlı yola boydan boya uzandım. akan kan birkaç dakikada bakışlarımı kırmızılaştırınca bilincim kayboldu. kendimde olduğumu hissettiğimde vakit öğleydi. su içiyordum.

II

hayatımda tanıdığım ilginç insanlardan biri de ismi m. olan bir arkadaşımdı. bu çocuk -aslında yaşıtız- orta boylu, konuşkan ve talep gören bir çocuktu. ben de onu sevenlerden biriydim ama bir şekilde onu yardıma muhtaç görmeden edemiyordum. yardıma muhtaç, çünkü o öyle bir toplulukta yaşıyordu ki; onlar faydasız ve ancak bir çocuktan beklenecek kadar gülünç eylemlerini oldukça önemser ve bu konuda birbirlerine destek olurlardı. buna o kadar alışmışlardı ki içlerinden birinin karşı cinsten biriyle ahbaplık etmesi onun için bir saygınlık sebebiydi. dalgalar tersine döndüğünde ise ona yine onun belirleyeceği sözler söylenirdi ve kendilerine böylece destek olurlardı. ''üzüldüğü şeye de bak! sen daha iyisine lâyıksın. ufak tefek hataların olsa da yaptığın doğruydu. başka ne yapacaktın ki zaten? boşver, boşver kendini toparla ve mantıklı ol, tamam mı?'' en büyük kaygılarının bu olduğunu görmek masum, acıklı bir sâfiyeti izlemek gibi bir şeydi. m. ve etrafındakiler el ele tutuşarak bir halka oluştururlar ve döne döne göğe yükselirlerdi. henüz olmadı ama böyle giderlerse göğe vardıklarında cennetin kapısından geçmeyi bekleyecekler ama kapı neşeli yüzlerine bir bardak soğuk su gibi çarpacak. yazık ki, herkesin yalnız öldüğünü anladıkları o an buzdağına çarpmış geminin burnu gibi parçalara ayrılacaklar.
işte m. böyle biriydi.
bundan 1 yıl ve 8 ay önce aramızda şu konuşma geçmişti: ''demek herkesi konuşmanla, yakışıklılığınla ya da sahip olduklarınla etkileyebilirsin m., öyle mi?''. şimdiye kadar hep işe yaradığından olsa gerek ''evet'' demişti. m. söylediğinde haklı ya da haksız, hiç önemi yok ama aklıma şu takılıyor: aranan özelliklere yeterli derecede sahip bir başkası onun yerine geçebilir. yeteri kadar tatlı dilli biri mesela. m.'nin yerine dünyadaki diğer binlerce kişiden herhangi biri de gelebilir. m.'nin ne özelliği var? bunu önce m. üzerinde, sonra kendim için düşünerek ama bir sonuca varamayarak 1 ay öncesine kadar yaşayageliyorum.

III

her nerede değilsem orada rahat hissedecekmişim gibi olduğum şu zamanlarda bir üçgen öğreniyorum; retorik üçgeni. aristo'nun 23 asır evvel yazdığına göre bu üçgen ethos, pathos ve logos adlı öğelerden oluşuyormuş ve insanları iknâ etmeye yarıyorlarmış. meselâ pathos deyince aklımıza duygular gelmeliyken logos deyince akıl yürütme ve mantıklı olmak gelmeliymiş. ethos ise, ikna etmeye çalışan kişinin kişilik ve bulunduğu konum üzerinden bir etki uyandırmaya çalışmasıymış. ama bu üçgende ethos gereksiz bir eleman bence. çünkü ''karizmamızı'' kullanarak oluşturduğumuz aslında bir hayranlık duygusu ya da ''bu insan bunu diyorsa bir bildiği vardır'' gibi bir düşünceden başka bir şey değildir. yani ethos bazen karşıdakinin duygularına hitap etmeye bazen de söylenilenin akla yatkın olduğuna inandırmaya dahildir. fakat burada dikkatimizi çekmesi gereken şudur; kararlar kalp ile akıl arasında müzakere edilmektedir. tüm bunlardan hareketle çok daha önemli bir sonuca varıyorum; başkası bizi ikna ederken bu yolları kullanıyorsa aynı şekilde biz de kendi başımıza kararlar alırken bunları kullanıyoruz. kendi başına karar almak dediğimiz, esasen, aklımızın ya da kalbimizin bizi ikna etmesi değil de nedir? bazen akıl, bazen kalp. bazen her ikisi de. tam da bu sırada, bu fikirler ile çöpçü bey’in söyledikleri arasına bir köprü atıyorum
.
özelmişim, tıpkı herkes gibi. bu da ne demek? herkesin farklı olduğu bir yerde farklılık bir fark olmasa gerek. beni özel hale getiren ne o halde?

izafiyet, yani sizsiniz tabi ki. bir de zaman ve kelebekler. küçük prens'in diğer güllere gidip ''benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. gözümde hiçbir kıymetiniz yok. kimse sizi evcilleştirmemiş, siz de kimseyi evcilleştirmemişsiniz.'' demesi işte bu izafiyetin ifadesidir. ölçütler düşük de olsa m.'nin diğerlerinden farkı da budur.

zaman demiştik. evet zaman. zaman dediğimiz, başlangıçtan beri olan her olayın bir zamanlama meselesi olduğu şu dünyada, yolları kesiştiren varlıktır. bir düşünün, yetmiş yaşında bir ihtiyarken, köprüde rastlayıp uğruna kitap yazdığı beatrice -çok değil- 1 sene geç doğmuş olsaydı, dante için yine aynı şeyler olabilir miydi? bu 1 yıl, dünyanın ömrüne nazaran denizde kum olsa bile bir insanın yaşayabileceği milyarlarca muhtemel hayattan şu an yaşadığı, işte bu kum tanesindedir.

kelebekler vardı bir de. kelebekler, bizim haberimiz dışında gerçekleşen ama hayatımıza bir şekilde yön veren tüm şeylerdir. bir öğretmenin girdiği bir tartışma meselâ. amiriyle tartışıyor ve bir anlık öfkeyle taşraya sürülüyor. talih o ki, sizin öğretmeniniz oluyor ve hayatınız şekillenmeye başlıyor. tam anlamıyla kelebek etkisi. dünyanın bir ucundaki kelebeğin kanat çırpmasının dünyanın diğer ucunda fırtınaya yol açması.

şüphesiz söylediklerim söylenebileceklerin çok az bir kısmı. sonlara gelirken farkına varıyorum da, mesele özel olduğunu fark etmekte değil, özel olduğunu söylemekte değil, öyle olmakta. eğer özelsek, özel kalmakta. bazı şeyler için kader denir ya hani. öyleyse mesele kenan ilinde, yusuf olmakta.

-------------

bendenize aittir.