1. Gün
İnsan ruhunun uğradığı bazı felaketler vardır. Ruh bu felaketler neticesinde ızdırap ateşi içinde kavrulur. Bu ızdırap, benzetilmek istenirse, şöyle bir histir; içinizde bir yerlerde acımasız bir varlık tırnaklarını kara tahtaya sürtüyor ve dayanılmaz bir ses çıkartıyordur. Ses zihninizin duvarlarında ile'l-ebed yankılanıyor ve kaçamıyorsunuzdur. Nereye gitseniz beyhudedir, yapılması gerekeni bilmezsiniz. Belki başka sesler ile bu sesi bastırırsınız ve bir nebze rahat edersiniz lakin her boşlukta yeniden duymaya başlarsınız. Eğer ses yavuz bir ses ise bunu da yapamayabilirsiniz. Biraz dinmesini beklemek zorundasınızdır.
Birkaç gün evvel böylesi bir ses ile boğuşuyordum. Kesinlikle bir felakete uğramıştım. Bu sadece okuyucu olan sizlere gülünç, ya da en azından sıradan gelecektir. Nitekim böyle olması çok doğal. Bir sebepten ötürü belli bir konu ve o konuyla ilintili olarak kendim üzerinde hiç durmadan düşünüyordum. Aklım fikrim hep bu vehim ile meşguldü. Artık bu hal çevremdekilerle olan bağlarıma etkiyor; insanlar ile konuşurken gözlerine bakamıyor dolayısı ile de ruhlarına temas edemiyordum. Aramızdaki şeffaflık engelleniyordu. Dikkatsiz davranışlarımdan ötürü kendi kendimi azarlamama rağmen yine de gidişin önünü alamıyordum. Düşünmek güzel yetenek ama artık düşünmek istemez olmuştum. Durmak neden böyle imkan dışıydı ki? Nedendi, yaptığımın mantıksızlığını biliyor iken duramamak nedendi?
"Yemin ederim, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık."
"İnsanoğlu mutlu değil, çünkü mutlu olduğunu bilmiyor. Hepsi bu... Hepsi bu! Bunu öğrenen biri mutlu olacaktır! Hemen o anda".
Diyor Kirilov. Ama keşke, keşke dediği kadar basit olsaydı. Keşke bunu yapamamak, yapamayacağını bilmek, ruha rahatsızlık vermeseydi. İde dünyasında bunu yapmak ne kadar kolay değil mi? Peki Kirilov, sen insanın zihniyle başbaşa olmasının trajik bir anlam kazandığı o anları hiç yaşadın mı; derin nefesler almaya ihtiyaç, zihnini kusmaya istek duymuş olabileceğin? Bu düşünsel zindandan kaçış yöntemleri düşündün mü? İnsan olmak biraz da böyle bir zayıflığa meylettirir.
2. Gün
Süleymaniye'nin arka bahçesinde, henüz kimselerin içine çekmediği havaları soluyabileceğiniz bir vakitteyim. Herhangi bir minarenin şerefesinden uçurtma gibi şöyle bir süzülüversem nasıl olurdu diye hissetmeye çalışıyorum. İçimi tersyüz edebilip tüm göğü kaplasam rahatlardım belki. İçeri giriyorum.
İçeride yaşanan şeylerin İmam için artık sıradan hale geldiğini görüyorum. Sağda solda ilgisiz bakışlarla gezinen gözleri, tilavetten sonra salıverdiği gülünç öksürük de iddiama hak veriyor sanki. Emin olmak için elini sıkıyorum, hissizliği görünce emin oluyorum. Bunlar, ve tilavet esnasında takınmak zorunda olduğumuz, aksi takdirde bir terslik hissedeceğimiz o kendine has tavrı izlemek, içten bir tebessüm olarak yüzümde karşılık buluyor. Herkes yavaş yavaş çıkıyor, bir köşede kaldığım yerden düşünmeye devam ediyorum.
İnsanlar ruh felaketlerinden kaçmak için kendilerince yollar aramışlar. Mesela biri şöyle demiş:
''Hep esrik olmalı insan. Tüm sorun burada; tek sorun budur. Zamanın, omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerek.
Neyle? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.
Örneğin kimi zaman bir sarayın merdivenlerinde, bir kuytunun yeşil otlarında, ya da odanızda insanın içini karartan o yalnızlık içinde uyanmışsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: Saat sarhoş olma saati! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle.''
Bu düşünce kesinlikle ilgi çekici ama tatmin edici değil. Bir hikmete dayanmıyor. Zavallı ruhlara yaraşır bir hareket (yüce ruhlu olduğumu iddia etmiyorum lakin olmaya elbette çabalıyorum). Öyleyse ne yapmalı? Bu sorudan hareketle onlarca kişi kendince bir şeyler öne sürdü. Hesse gibi bazıları dönüp dolaşıp birkaç temel hazza yüklenmeyi önererek hayvan seviyesine indi. Kimileri kulak ardı etmeye kalktı. ''Ruhunuza bir kılıç saplanmışsa, yapılacak ilk iş, serin kanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın soğukluğunu bir taşın soğukluğuyla kabul etmektir. Birbiri ardına saplanan kılıç darbeleri sayesinde yaralanmazlık aşamasına varmaktır''. Halbuki her kulak ardı edilen büyüyerek dönecekti. Kimileri de intiharı teşvik etti, lâkin biliyordu; ''... ama aptalca bir mutsuzluktu bu, kısır bir mutsuzluk. Çünkü aptalca olmasaydı, ölümden o kadar korkmazdım, oysa gerçekte özlediğim şeydi ölüm!''. Hiçbir çözüm bulamayanlar kendilerinden tiksindiler: ''Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.''
Tüm bu düşüncelerin sonunda elime geçen, koca bir hiç. Hâlâ aynı sıkıntı içerisindeyim. Bilmiyorum, acaba karanlıkta kaybettiğim yüzüğü aydınlıkta mı arıyorum? Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, çıkıp gidiyorum. Kitaplığımın karşısına geliyor, herhangi bir beklenti içinde olmadan bir kitap alıyorum.
''İnziva
Resulullah (s.a.s.)'ın yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde her şeyden uzaklaşma arzusu doğmaya başladı. Allah-u Teala ona, Hira mağarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hira mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki bir mağaradır. Resulullah (s.a.s.) orada inzivaya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibadet ediyordu. ...
Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resulullah'ın (s.a.s.) gönlüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumi olarak Müslümanların hayatında, hususi olarak da İslâm davetçilerinin hayatında yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.
Resulullah'ın (s.a.s.) bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir Müslüman, ibadetlerin her türlüsünü yerine getirerek (nitekim bendeniz Harun da yapması gerektiği gibi bunlara özen gösterirdi, fakat yine de bu hale gelebilmişti) faziletlerle süslenmiş olsa bile ( هذمِن فَضْلِ رَبِّي ) bütün bunlara halvet ve uzlet halini katmadıkça, o zamanlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı düşünmedikçe, kainatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o Müslümanın İslâm'lığı (teslim oluşu) olgunluğa erişemez!
...
Bunun hikmeti şudur: İnsan nefsinin* (lütfen en sondaki açıklamayı okuyun) sebep olduğu birtakım felaketler vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dünyanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma konusundaki nefs muhasebesi önler. Buna göre kibir, ucub (kendini beğenme), riya ve dünya sevgisi (belki nankörlük ...) hepsi nefsin felaketleridir. Ve bu hallerin sahibi zahirde salih amel ve makbul ibadetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, bu hasletler kişiyi etkisi altına alır, kalbin derinliklerine kadar nüfuz eder ve insanın içinde yıkıcı rolünü oynar. Bu felaketlere karşı hiçbir çare yoktur. Ancak bu felaketlere maruz kalan, nefsiyle başbaşa kaldıkça bunların hakikatlerini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun yaratıcısı huzurundaki zavallı halini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab gününün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ile ikabının ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek. İşte bu sürekli ve derin düşünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler. Kalbi irfan ve saffet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belalarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.
... Allah sevgisi, mücerret aklî imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet, böyle olsaydı müsteşrikler Allah'a ve Resulü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resulü'ne karşı sevgi ile dolup taşardı. Halbuki şimdiye kadar sen, alimlerden birinin matematik kaidesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temizlediğini duydun mu?
Allah sevgisine, O'na imandan sonra, yegâne etken Allah'ın nimetleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uzlete çekilmekle tamamlanır.''
Aklıma şu hadis geldi: ''İman iki eşit parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.'' Sahi, neydi şükür? Şükür, ''dini kelime'' olarak kodladığımız ve küçümsediğimiz bir şey miydi? Öyle ya, kurtuluşun yolu imandan geçiyordu, iman da iki eşit parçaydı.
Kendi başımıza getirdiğimiz sıkıntıların çoğunun temeli ya sabırsızlık, ya şükürsüzlük diye düşündüm. Şükran kalpten gelen bir şeydi. Düşünmeyi ve sıkıntıyı durduramıyordum çünkü buna karşı duracak güç kalbimden gelmiyordu. Daha önce başka insanlarca bulunan çözümler de ya sabır ya şükür yönünden eksikti. Hatta bazısı kime şükran duyacağını bile bilmemekteydi. Şükretmem gerektiğini unutmuştum. Zaten insan kelimesinin iki kökünden birinin unutmak olduğu söylenir. Biri nesy yani unutma diğeri ise alışma manasına gelen ünsiyet. Bir hikmet parçası göz kırpıyor değil mi? Alışmak ve unutmak. Nefsten gelen bu hasletlerden ötürü hayatın güç bir yanı da aynı şeyi uzun süre ciddiye almak.
Sonunda biraz sessizliğe kavuşuyorum. Kendimi yokluyorum, hakikaten de kalbimin üzerindeki külçe kalkmış ve hafiflemişim.
Allah'a sonsuz şükürler olsun.
-----------------
Açıklama: Burada kullanılan nefs kelimesi insanın yaradılışdan getirdiği yapısını ifade ediyor. Yani doğasını. Aslında nefs kelimesi yerine ruhu kullanacaktım ama aslına sadık kalmayı tercih ettim. Çünkü nefs deyince okuduğunuzu "dini metin" kategorisine atacaktınız. Kesinlikle hayır, yapmak istediğim şey yazıp yazıp en sonunda "dine bağlamak" değil. Böyle düşünülmesini samimiyetime yöneltilmiş bir hakaret kabul ediyorum. Hatta bazen kendime kendime ''eğer Müslüman doğmasak kaçımız Müslüman olurdu'' diye soruyorum. Kendimce, ki bu yaşlarda artistlik yapmaya çok eğilimliyizdir, hikmeti aradım. Belki bunu yaparken yanılmış da olabilirim. Öyleyse kusuruma bakmayın. Hatalarımın affı için Allah'a sığınırım.
Selâmetle.