Hâtırâttan
---------------
Hanidir Afrika hakkında mâlumattan yoksun değildim, lakin oraya gitmek ilk defa nasip olacaktı. Bu kıta hakkında genel olarak ne biliriz; açlık, sefalet, cehalet, sömürülmüşlük, vuvuzela ve saire. İşte biz de bunları görmeyi bekleyerek gitmiştik Afrika'ya.
İniş yaptığımız yer olan Nairobi pek kötü değildi. Çünkü Batılıların halen etkin olarak kullandıkları bir şehirdi. Buna rağmen aylık gelir ortalamasının 100 dolar olduğu bir yerden ötesi de değildi. Sokaklarda, okula giden çocukların gömleklerinin kirli, süveterlerinin omuzlarının sökük olduğunu görebiliyordunuz. Ve anlatmaya kalkılsa daha bir sürü şeyi. Fakirlerin dahi göbekli olduğu ülkelerden değildi anlayacağınız.
Farklı yönlere gidildi sonra, daha değişik şehirlere. Yüksek ve sulak olan Nairobi'den sıcak ve çölümsü yerlere. Orada petrol arayan bir Türk'ün tabiriyle "cehenneme".
Bildik şeyler gördük evet, bizim köyden biraz hallice olan yerlerde idik nihayetinde. Belki Filibeli'nin hatıralarında yazdığı gibi solucan yahnisi yemek durumunda kalmadık. Ama bir şekeri binbir naz ve utangaçlıkla verdikten sonra, arkamızı döner dönmez şekeri ailesine sevinçle gösteren çocuklar gördük. "Mutluluğun fiyatı ne?", diye düşündük.
Buraya dek yazdıklarımla içinizde merhamet uyandırmak gibi bir niyet gütmedim. Eğer o amaçla okumuş iseniz boşuna okumuş oldunuz. Gerçi bilemem, merhamet uyanmışsa da zararı yok. Fakat bunu hedeflememiştim. Ne ise.
Bir defasında onların gözünde şehir, bizim gözümüzde ise koca bir köy olan kaldığımız yerde, bir fakir mahallesine vardık. Burada beton ev yoktu, aqal'lar vardı. Yani onların mantara benzeyen geleneksel evleri, barakaları. Akşam üzeriydi. Onlara getirdiğimiz hediyenin kabulü için mahallenin büyüğü geldi. Adam bir pîr-i fani olmakla beraber, söylendiği gibi bir muttakilik alameti mi yoksa sadece siyahî oluşundan mı kestiremediğim bir nedenden, dişleri bembeyaz ve tamdı. Mahallenin çocuklarına Kur'an-ı Kerim öğretiyor imiş. Bize dualar etti.
Bu mahallede dikkatimi çeken bir şey oldu. Etrafta keçiler vardı. Oranın yerlisi olan arkadaşımız, kardeşim biliyorsun bu insanlar kurban kesemiyor, çünkü bu keçilerden keserlerse yaşamlarını sürdüremezler dedi. İşte o anda bu insanların sadece kendilerine yetecek kadar eşyaya sahip olduklarını anladım.
Sadece sana yetecek kadar şeyle yaşamak, aynı zamanda sahip olduğun her şeyin sana lazım olduğunu gösterir. Yalnızca en gerekli şeylerle yaşamak size ne hatırlatıyor bilmiyorum. Fakat bana evvelâ çocukluğumda tanıdığım ada romanlarını hatırlattı. Hayy bin Yakzan, Robinson Crusoe, Mercan Adası ve diğerlerini. Oradaki kahramanlar da böyle yaşıyordu hani. Bir de şunu hatırladım:
"... O şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak..."
Ve bu insanlar hiç taş yemiyordu.
Güneş batmak üzereydi. Namaz kıldım. Hangisi güzel, dedim. Varlık içinde olup taş yiyerek yaşamak mı, yoksa kendinden başkasına yardım edemeyecek şekilde yaşamak mı? Bizler buraya hediye getirmiştik ve onlar da bunu alıyordu. Bu bizim üzerimize borçtu, onlara ise gerekliydi. Tekrar sordum hangisi iyiydi, sorumluluk altında olmak mı, yoksa cevaplaman beklenen tek sorunun, bugün keçilerin iyi otlayıp otlamadığı olması mı? Kanayan coğrafya Ortadoğu ve tüm diğer dünya fukarasından ve gurebasından habersiz olmak mı? Yaşadığın yerde doğru düzgün bir okulun dahi olmaması mı? Ki böylece sınav geçmen gerekmez. Yoksa anne babası, senede bir su ve yeşillik için yapılan kabile savaşlarında ölmüş biri olmak mı? Veya yaşadığı yerde şu sözün yaygın olduğu biri olmak mı:
"Usidhani nimesahau wema wako, bali cha kukupa sina."
(Bana yaptığın iyiliği unuttuğumu düşünme, yalnızca sana verecek hiçbir şeyim yok)
Tek seferde cevap verilecek sorular değildi. Vermedim ben de zaten. Artık istesem de onlar gibi olamazdım ki. Uykuya dalıp kendimi derin ve karanlık bir kuyuya bırakabilmeyi isterdim, dünyadan haberim olmazdı böylece. Lakin en baştan yanlış yerde doğmuştum bir defa. Ve herhalde kader böyle bir şeydi işte.
Kuma serilmiş seccadeye uzanmayı ve bir leyle-i mükevkebe ile karşılaşmayı hayal ettim. Tahayyülüm tahakkuk etseydi, belki dünya malı aklıma gelir de şu beyti söylenirdim kendi kendime:
"Vechi var kasd eylesem hecrinle ülfet itmeğe.
Görmemek yeğdür görüp dîvâne olmakdan seni"
(Yokluğunla dost olmaya niyet etsem yeridir,
Seni görmemek iyidir görüp divane olmaktan seni)