Kudüs... Öncelikle şu soruyla başlayalım: Kudüs nedir? Bu soruya vereceğimiz cevabın Kudüs'ün ne olduğunu belirlemeyeceğini pekala biliyoruz. Bilakis bunun bizim kim olduğumuzu meydana çıkaracağının gayet farkındayız. Zaten çoğu cevap böyle değil midir? Ve Kudüs, âdemoğullarının mübtelası olduğu izâfiyet hastalığının en çok zâhir olduğu yerlerden birisidir. Öyle ya, bu şehir kadim çağlardan beridir hemen herkes için önemli. İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik için burası daimi bir sefer sebebiydi. Yahudiler'in henüz bozulmamış bir inanca sahip olan ataları, Hz. Musa ile Mısır'dan çıkıp buraya geldiler. Burada krallıklar kurdular, yenildiler, yıkıldılar dünyanın bilinmedik köşelerine sürüldüler ve neredeyse 2000 sene sonra inanılmaz bir şekilde buraya geri döndüler. Hristiyanlar burada hacı oluyorlar. Yeryüzündeki en kutsal kiliselerinden birini buraya diktiler çünkü çarmıha gerilmiş bir Hz. İsa'nın bu şehrin sokaklarında yürüdüğüne ve yine o kilisenin olduğu yerde can verip dirildiğine inanmaktalar. Bir Hristiyan'ı ağlarken görebileceğiniz nadir yerlerden birisidir burası. Ve biz Müslümanlar. Allah'ın ve Elçisinin övdüğü, miraca mihmandarlık eden ilk kıblemiz, birçok peygamberin namazgâhı, kanayan yaramız. Aslında şehirle en çok bağı olan bizleriz. Zira biliriz, Müslüman demek bozulmamış tevhid inancına sahip insan demek.
Kudüs dedik... Gidilmesi zannedildiği kadar zor bir yer değil bunu da hemen belirtelim. Yeter ki pasaportunuz İran gibi sözüm ona İsrail düşmanı ülkelerin damgaları ile malul olmasın. Herhangi bir tur şirketine ihtiyacınız yok. Bendenize de nasip olduğu gibi yanınıza bir Ayvaz bulup uçağa atlayıp gidebilirsiniz. Hatta neden gitmeyesiniz ki? Pek yakında gitme imkanınız kalmayabilir, gitmelisiniz. Hele de ilk soruya verdiğiniz cevap sizin Müslümanlardan olduğunuzu destekliyorsa kesinlikle gitmelisiniz.
Üzerime vazife bildiğim bu ısrarı ettikten sonra şimdi baştan geçenleri anlatmaya koyulabilirim.
Gitme kararını final döneminde, el-yüz yıkamak için verdiğim mola esnasında aldım. Ramazan ayı olduğu için itikâf yapacak dolayısıyla Mescid-i Aksa'da yatıp kalkacaktık, sahur ve iftarlar için de herhangi bir çaba yahut para sarf etmemize gerek yoktu. Çünkü Mescid-i Aksa bereketli bir yerdi ve çeşitli vakıfların sürekli yemek ikramında bulunduğunu duymuştuk. Gidince ayrıca anlamıştık ki insanların çoğu başlı başına bir vakıf gibiymiş. Bu durumda tek karşılamamız gereken uçak bileti ve havaalanından şehre ulaşımımızdı. Hakikaten de düşündüğümüz gibi oldu. Arefe gecesi çarşıda fazla oyalanıp mescidin kapılarının kapanması yüzünden dışarıda kalmasaydık hiçbir zarurî harcama yapmayacaktık desem yeridir. Uçağımız Tel Aviv'deki Ben Gurion havalimanına indi. Ülkeye giriş hakkında çeşitli efsaneler duymuştuk. İngilizce bilmiyor taklidi yapından ne yaparlarsa yapsınlar asla ters cevap vermeyine dek birçok öğüdü aklımızda tutarak memura yaklaştık lakin bize sadece hangi şehre gideceğimiz soruldu. Gülümseyerek geçtik gişeden. Bilemiyorum belki de yeni bir pasaportla gittiğimizdendi. Gişeden geçtikten sonra seccademizi serip müsait bir yerde namazımızı kıldık. Gören birkaç Yahudi'nin hiçbiri de ses etmedi. Böylelikle daha ilk baştan İsrail'in biraz abartıldığını gördük. Zulüm ve baskı elbette var fakat bu daha ziyade Filistinlilere yönelik. Anladığım kadarıyla diğer devlet vatandaşlarıyla iyi geçinmeye çalışıyorlar. Ki fazla tepkiyle karşılaşmadan politikalarını yürütebilsinler.
Bir arkadaşım Tel Aviv için ''adamlar Orta Doğu'ya Avrupa'yı getirmişler abi'' yorumunu yapmıştı. O denli değil belki ama hakikaten kültür farkı ortadaydı. Kudüs'e giden otobüsü tabelalardan bulmaya çalıştık fakat tek alfabe olarak çirkin, eğri büğrü İbranice harflerini görebildik. Aşkenaz Yahudilerinden Polonyalı bir kadın bize yardımcı oldu neyse ki. Yahudi deyince aklıma kara kuru ve koca burunlu bir tip gelirdi önceden ama otobüse binmemle bu algının kafamda yıkılmaya başlaması bir oldu. Özellikle Kudüs çarşısında bisiklet sürerken gördüğümüz Yahudi çocuk bunu tamama erdirdi. Baştan aşağı Yahudi kıyafetleriyle bezeli, faulleri bukle bukle, saçları sapsarı, gözleri masmavi bir çocuktu. Böylelikle binbir çeşit, hatta Müslüman sanıp selam verebileceğimiz Yahudiler dahi olduğunu öğrendik.
Otobüs yaklaşık 1 saat sonra Kudüs'e vardı. Oradan tramvayla ''Old City'' durağına geçtik. Eski Kudüs'e ulaşmak için Şam Kapısı'na doğru yürümeye başladık. Bu yol tam bizim Divan Yolu'na benziyordu. Taş binalar arasından aşağı doğru kıvrılan bir tramvay yolu ve iki taraflı muhtelif tiplerden eski yapılar. Uzaklarda bir yerlerden bir kilise haçının yükseldiği öbür yandan bir siyonist yıldızının soğuk soğuk baktığı bir manzara eşliğinde yürüdük. Buradaki binaların taştan olması önem arz ediyor zira bu kısımlar Eski Kudüs'ü çevreleyen surların dışında kalmasına rağmen tarihi dokuyu bozmuyordu. Bu açıdan Yahudiler iyi bir işe vesile olmuşlar. Bursa'daki TOKİ rezaleti aklınıza geldiyse eğer onun için de ''merd-i kıbtî şecaat arz ederken sirkatin' söylermiş'' demeyi uygun buluyorum.
Şam kapısına yaklaştıkça Filistinlilerin sayısı artıyordu. Tramvaydan indiğimiz yerler Yahudi hakimiyetinin olduğu, Avrupaî hava taşıyan taraflardı. Ünlü markaların çoğunu görebiliyordunuz. Avm'ler, publar, kafeler, sokak müzisyenleri, hatta gece kulüpleri bu tarafın alamet-i fârikalarındandı. Biz İsrail'i sırf Hristiyan haçına benziyor diye ilkokul matematiğinde ''+'' işaretini kullanmayacak kadar muhafazakar bir devlet olarak bildiğimiz için, gece kulübü olması bizi şaşırtmıştı. Dışarıda kaldığımız arefe gecesinde bu tarafları da gezelim bari demiştik ve kendinden geçen gençleri hayretle müşahede etmiştik. Fakat sanki seve isteye yaptıklarından değil de biraz mecbur olduklarından izin veriliyordu buna. Kendinden geçmek deyince Yahudi mahalleleri geliyor akla. Sırf tek taraflı olmasın diğer tarafları da görelim diye bu mahallelerden birkaçına girmiştik. Çok curcunalı ve eğlenceli bir hava vardı itiraf etmek gerekirse. Devlet politikasından olsa gerek, insanlar çok çocuk yapıyorlardı (15'e dek çıkıyor bu sayı) ve bunların hepsi mahallede oynuyorlardı. Görüyorsunuz ya bir bize nasip değilmiş bu kültür. Hepsi aynı Yahudi kıyafetinden giyen, faulleri 2 karış uzamış 10 tane çocuğun oynamalarını izlemek farklı bir his. Üstelik hepsi dünyanın değişik yerlerinde değişik ırk genleriyle karışan Yahudilerden olduklarından farklı farklı görünümdeler. Mahallede sadece çocuklar olmuyor tabi. ''Neye geldin buraya hadi eğleşme orada hadi'' bakışları atan yetişkinler de var. Anınçün size tavsiyem gidecek olursanız dikkat edin. Bazen o sempatik tavırlarını kenara bırakabiliyorlar. Bir de pizza filan yiyelim demeyin. Bir dilimi 30 shekel. Yani 30 lira. Ona göre.
Ve nihayet Şam Kapısı'na vardık. Bu kapı Eski Kudüs şehrine girişi sağlayan bir kapı. Mescid-i Aksa ise daha içeride kalıyor. Gül gibi katmanlı bir yapıya sahip yani şu anki şehir. Bu arada Eski Kudüs'te Mescid-i Aksa haricinde en mühim yapılar olarak Kıyamet Kilisesi (Church of the Holy Sepulchre) ve Ağlama Duvarı (Western Wall) bulunmakta. Bunlar haricinde Hz. Ömer mescidi, Hz. Davud'un (a.sm) kabri, Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği yerden Kıyamet Kilisesi'ne dek yürüdüğü yol olduğu düşünülen Çile Yolu (Via Dolorosa) ve Leonardo da Vinci'nin (Leonardo el-Vincivî) meşhur tablosu ''Son Akşam Yemeği''nde resmedilen Hz. İsa'nın havarilerle yemek yediği o salon, Ağlama Duvarı Tünelleri ve Ermeni Mahallesi sayılabilecek diğer ziyaret noktaları arasında. Zeytin Dağı'nı da unutmamak gerekiyor tabii.
Şam kapısından içeri girdiğinizde hemen bir çarşı ile karşılaşıyorsunuz. Müslümanlar olur da çarşı olmaz mı efendim? Olur tabii. Hatta olabilir ki çarşı mefhumunun ana vatanı burasıdır. Baharatçısı, kumaşçısı, şekerlemecisi derken epey kalabalık olan bu çarşıdan Mescid-i Aksa'ya doğru ilerlemeye başladık. Çoğu Müslim azı Yehûd olan topluluğun içinden süzülerek ve duvarlarda İsrail'e ithafen resmedilmiş orta parmaklara gülümseyerek vardık Hutta Kapısı'na (باب الحطة). Muhammed el-Yemenî'nin Kudüs'ün faziletlerini anlatan bir kitabında bahsettiğine göre tüm peygamberlerin Mescid'e kendisinden giriş yaptığı bu kapıdan, varlığıyla övündüğümüz sünnete ittiba' ederek biz de duhûl eyledik. Bu esnada birçok tabelanın Türklerin çok kullandığı rik'a yazısı ile yazıldığını fark ettim ve acaba bunları Türkler mi yazdırdı diye düşündüm. Tabelaları bilmem ama Mescid-i Aksa'nın içinde ve etrafında ne kadar minare, vakıf, medrese, hangâh, namazgâh, sebil, şadırvan yani kısaca eser varsa Türkler yaptırmış neredeyse. Öyle hizmet etmişiz buralara yüzyıllarca. Memlüklüler, Osmanlılar ve Anadolu'dan diğer kimseler (Siirtli Kürt bir aile gibi) bu beldelere hâmilik etmekle müşerref olmuşlar. Belki bunun içindir ki Türk deyince, Türkiye deyince ''başımın üstünde yerin var'' mealinde davranışlar sergiliyor Filistinliler. Şu yazıda anlatılamayacak derecede nakşedilmiş Kudüs bizim sırtımıza. Gitmeden önce herkes Kudüs hakkında yazılmış bir kitap okumayı tavsiye ediyorum. Okunmadan gidilirse Kudüs'ün anlaşılmayacağını iddia ediyorum. Bazı yazarlar şimdi her biri bir nüfûz sahibi aileye ''konut'' olmaklık suretiyle esir düşmüş olan Mescid-i Aksa vakıflarını tek tek araştırmış, bânilerinin mezar taşlarını dahi binbir güçlüğe rağmen bulmuş, bu yazarlara minnet borçlu olduğumuzu belirtmek istiyorum.
Devam edelim, Mescid-i Aksa'ya giriş yaptık. Sadece bir mescide değil de aynı zamanda Harem-i Şerif'e giriş yapıyor olduğumuzdan kapıda Müslüman olup olmadığımız test edildi. Aramızda sarışın olmadığından fazla zorluk yaşamadan girdik. Karşımıza evvela İznik çinileriyle bezeli Kubbetü's-Sahra yani o sarı kubbeli mescid çıktı. Bilmeyen varsa eğer Mescid-i Aksa külliyen bir alana verilen isim, bu külliyenin içine Kubbetü's-Sahra, Kıble Mescidi, Mervan Mescidi, Burak Mescidi, revaklar, şadırvanlar, kütüphane, surlar ve diğer bütün yapılar giriyor. Her şeyin ilmi güzel cehlinden demişler bilelim anınçün.
Kubbetü's-Sahra hanımların itikâfına tahsis edildiği için ilk seferde ziyaret edemedik. İçerideki en geniş mescid olan Kıble Mescidi'ne vardık. İçeride yaklaşık 300 kişi vardı ve sonradan Kadir Gecesi'nde çok iyi anladığım üzere bu mescidin tenha bir zamanıydı. Her taraf bir hareketlilik, bir hayat doluydu. Mekke'de olduğu gibi birçok ırktan Müslümanı bir arada görebiliyordunuz. Strese, kaygıya mahal yoktu sanki. 2-3 asırdır eziyet çeken ümmet bu ümmet mi dedim kendi kendime. Biraz etrafı gezdik, mükemmel kubbeyi ve mihrabı temaşa ettik. İkindi namazını eda ettik iftarı beklemeye başladık. Cerrâhî tekkesinden ağabeylerle karşılaştık, iftar için sofralarına davet ettiler. Umuma iftar ikramında bulunuyorlarmış her gün. Allah kabul eylesin deyip geleceğimizi ifade ettik. İftar vaktine yakın etrafa sofralar kuruldu insanlar oturmaya başladı. Mescid-i Aksa'da gelenekmiş, ezan okununca biraz hurma biraz ekmek yenir, bir de su içilince bununla iktifa edilir, namaza durulurmuş. Biz bunu bilmediğimiz için iftar bu kadarcık zannedip gereğinden fazla hurma yedik. Oradaki her namaz gibi epey uzun bir akşam namazından sonra tekrar sofraya oturtulunca biraz kızardık. Yatsıyı beklerken bahçeyi gezdik. Zeytin ağaçlarıyla dolu olduğunu gördük, gece havanın yumuşak olduğunu da hissedince bu ağaçlardan birinin altında göğe bakarak en azından bir defa uyumayı kararlaştırdık (evet, romantizm). Ve sonra teravih namazı geldi... Akşam namazından sonra yediğimiz Filistin yemekleri sayesinde ömrümde ilk defa bir namazda bayılma seviyesine geldim. Şükür ki namazı bitirdik bir estağfirullah çektik ve Mervan Mescidi'ne eşyalarımızı taşıyıp nihaî olarak yerleştik. Burası Arap olmayan Müslümanlara tahsis edilmişti itikaf boyunca. Çok renkli insanlarla tanışmamıza vesile oldu bu hal. Bir defasında bir kimsenin Müslüman olmasına şahitlik ettik (içeri nasıl girdi ben de bilmiyorum), nereli olduklarını bilmediğimiz çılgın bir ekibe katılıp onlarla beraber mekik çektik, bir sürü sakallı adamla sahur öncesi antrenman yaptık, arkadaşımla Türk usulü güreş tuttuk insanlar bizi izledi, hatta bir defasında sahurda pizza bile yedik. Özellikle bu bizi pizza yemeye davet eden kişi tanıştıklarımızın en kıymetlilerindendi. Sofraya ''gel abe gel'' diyerek çağırdı. N'oluyo yahu şeklinde bir şaşırma yaşadıktan sonra öğrendim ki kendisi Güney Afrikalı bir iş adamıymış ve Türkiye'nin birçok yerini gezmiş, ondan dolayı birkaç cümle biliyormuş. Her sene Mescid-i Aksa'ya gelmeye çalışır ve burada kendi çapında insanlara ikramda bulunurmuş. Onunla tanıştıktan sonra her sahur bizi çağırdı, hatta gidemediğimiz bir defasında epey sitem etti. ''We had an invitation!'' ifadesini kullanması üzerine mahcub olduk ve davetine icabetten geri kalmadık. Kendi tabiriyle bize ''South African real food'' ikram ediyordu. Türk yemeklerinden bahsedilince "go eat çiğ kofte" diyordu. Eyvallah dedik ve kendisine sakallarından ötürü Şirin Baba ismini taktık. Lakin arada bir ''the pizza guy'' dediğimiz de oluyordu. İşte Mescid-i Aksa yerlisiyle yabancısıyla böyle güzel insanlarla dolu, bereketli bir yerdi.
Tanıştığımız insanlar sadece bunlar değildi ve bazıları bizi evine misafirliğe bile davet ediyordu. Ramallahlı, El-Halilli çok değerli insanlar tanıdık. Aralarında Müslümanlık davası güttüğü için ABD'de 10 yıl hapis yatıp idamla yargılanmışlar da vardı; parmağındaki yüzüğe bakmak istediğimde nereli olduğumu soran, Türkiye cevabını alınca sarılıp yüzüğü hediye edenler de. Hepsinin de ortak noktası Türkiye'yi çok sevmeleriydi. Şehri geziyorduk, surlara nasıl çıkarızı soruyorduk, bu surları sizin dedeleriniz yaptı dedeleriniz diyorlardı (Kanunî). Çarşıya çıkıyorduk, bizi dükkanına davet ediyordu, astığı Türk bayrağını gösteriyordu. Alışveriş yapıyorduk, nereli olduğumuzu öğrenince siz bizim kardeşimizsiniz diyordu, fazladan indirim yapıyordu. İçecek satıcısı buyur ediyordu, oruçluyuz diyorduk, nerelisinize Türkiye deyince ''you are the best, number one'' diyordu. Selamlaşıyorduk, -çehreden anlasa gerek- Türk müsünüz diyordu, evet diyorduk, '' الأتراك رجال رجال'' (Türkler erkek adamdır erkek) diyordu, gülümsüyordu. Mescidde yanyana oturuyorduk, Türkiyeli misin diyordu, Türkiye tarihi okuduğunu anlatıyor, eski günleri özlediğini söylüyordu. Aynı iftar sofrasına oturuyorduk, nerelisiniz diyordu, Türkiye deyince "işte bugün benim için çok güzel bir gün haline geldi, evime de buyrun" diyordu. Çarşıda yürüyorduk, birdenbire karşıma geçip durduruyordu, elimi avuçlarının arasına alıyor Diriliş Ertuğrul'un müziğini mırıldanıyordu, hiçbir şey demeden çekip gidiyordu. Ve ilâ nihaye... Filistinliler hakikaten farklı insanlar. Bir defasında Hz. İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf (a.sm)'u ziyaret için El-Halil'e gitme kararı almıştık. İyi bir pazarlıktan sonra bir minibüsçü ile bizi götürmesi, beklemesi ve geri getirmesi için anlaştık ve ücreti dönüşte vermek istediğimizi belirttik. Kızdı, ''merak etme merak etme ben Filistinliyim, eğer dara düştüyseniz size yardım ederim'' dedi. Bende tedirginlik uyandıran bir meslek erbabı olan minibüs sürücülerinden dahi olumlu etkilendim böylece. Efendim bunu da anlatmaklığımızla birlikte Filistinlilerin candanlığı bâbını sona erdirelim, biraz da Eski Kudüs'ün diğer yapılarından bahsedelim.
Mescid-i Aksa haricinde ziyaret ettiğimiz ilk yapı Kıyamet Kilisesi oldu. İnanışlarına göre Hz. İsa burada can vermiş. Bunun üzerine kendisine bir türbe (ismi geçen Holy Sepulchre bu) yapılmış ve 3 gün sonra Hz. İsa buradan dirilerek göğe yükselmiş. Şehrin içindeki Çile Yolu takip edilerek bu kiliseye gelince Hristiyanlar hacı oluyormuş. Bu nedenle çarşının içinde ara sıra sırtında kocaman bir haç taşıyan insanlar görebilirsiniz. Kilise'nin içinde Hz. İsa'nın uzanıp can verdiğine inanılan musalla taşına benzer bir taş, yine Hz. İsa için yapılan türbe ve oldukça zarif bir kubbe bulunmakta. Ayrıca Roma'nın Hristiyanlaşmasını sağlayan imparator I. Constantinus'un annesi de (ki İmparator annesinden etkileniyor) buraya bir şapel yaptırmış.
Bu yapının hemen karşısında Hz. Ömer Mescidi var ve üstünde Hristiyanlar ile Yahudilerin dalaletini ifade eden bir ayet yazılı. Böyle anlatıyorum ama İsrail kurulmadan evvel yerli halk (Hristiyanlar ve Müslümanlar) birbirleriyle uyum içinde yaşıyorlarmış. Hala da aralarında ciddi bir sorun olduğu söylenemez. Fakat şimdiki Yahudilerin çoğu Batı'dan geldiği için tutumları hasmâne imiş. Bu ufak mescidi ziyaret ettikten sonra Ağlama Duvarı'na gittik.
Ağlama Duvarı'nın ya da bizim nezdimizdeki adıyla Burak Duvarı'nın, Romalıların yerle bir ettiği Süleyman Mabedi'nin ayakta kalan son duvarı olduğuna ve ilahî mevcudiyetin bu yapıyı hiç terk etmediğine inanıyor Yahudiler. Halbuki arkeolojik araştırmalar neticesinde duvarın 11. yüzyıl civarından kalma olduğu ispatlandı. Ama yine de eski ihtişamlı günleri yâd etmek, o zamanların yasını tutmak için burada gözyaşı döküyorlar. ''Hayfâ ki geçdü bilmedük ol hoş zamân idi'' diyorlardır belki de kim bilir. Buraya kipa takarak girmek gerekiyor. Fakat bendeniz gibi takke takarak girmenize de izin veriyorlar. Hatta takkeyi görünce nereli olduğunuzu sorup ''hoşgeldin!'' diye nüktedanlık yapabilirler. Efendim burası yüksek ve geniş bir duvar. İnsanlar el sürüyorlar ve dibinde bizim hafızlarımız gibi sallana sallana Tevrat (veya Talmut da olabilir bilmiyorum) okuyorlar.
Ziyaret ettiğimiz bir diğer yer Hz. Davud'un kabri oldu. Bu kabrin içinde de Yahudiler Tevrat / Talmut okuyorlardı sürekli. Burada dost canlısı, muzip bir Yahudiyle tanıştık. Kendisi tam tekmil bir görünüme sahipti (şapka, kipa, cübbe, iplik, uzun fauller). Yaklaşık 15 dakikalık sohbetimiz boyunca o anlattıkça ben çeviriyor, ben çevirdikçe o da kafasını sallıyor, ''yaa cahiller görün işte hakikati görün'' edasında bakışlar atıyordu. Ondan öğrendiğimize göre Hz. Davud bizce bir Peygamber olsa da onlara göre Peygamber kimliği olmayan, Yahudileri yönetmesi için seçilmiş bir kral imiş. Hatta şu an Mesih olarak onu bekliyor ve gelişiyle Romalıların yıktığı Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa edeceklerine inanıyorlarmış. Bir de öğrendik ki inanışlarına göre tüm Peygamberler hayvanlara iyi davranan çobanlar oldukları için Peygamber seçilmişler. Çünkü Tanrı, bunlar koyunlara iyi davranıyorlarsa benim çocuklarıma da (Yahudiler) iyi davranırlar diye düşünmüş. Konuşmamızın sonunda terslemeyeceğine kanaat getirdiğim için kulak üstündeki saçlarını neden bu kadar uzattıklarını sormuştum. Bu saç bizim alâmet-i farikamız da ondan diye cevap vermişti. Fakat bir başka gerekçe olarak cennetin anahtarı olduğunu da söylüyorlar.
Buradan sonra hediyelik eşya çarşılarını ziyaret ettik fakat anlatmaya pek hacet duymuyorum. Yalnızca güzel takkeler ve kız çocukları için geleneksel Filistin fistanlarından alınabileceğini tavsiye olarak söyleyebilirim.
Yazının sonuna yaklaşırken tekrar Mescid-i Aksa'dan bahsetmek istiyorum. Buraya 50 yaş altı Filistinlileri almıyor İsrail. Ancak Cuma günleri ve Kadir Gecesi gibi istisna arz eden vakitlerde müsaade ediyor. Bu zamanlarda aşırı derecede kalabalık oluyor Mescid. Ama yeter mi diye soracak olursanız tabi ki yetmez deriz. Zira bugün Mescid-i Aksa'ya en çok hizmeti dokunmuş olan bizler dahi unutmuşsak, varın düşünün oraların yetimliğini. İsrail'in Mescid'in altında tünel kazarak temellerine zarar verdiğini belki bir kısmınız biliyorsunuzdur. Amaç Kubbetü's Sahra'yı çökertip onun kapladığı alana Süleyman Mabedi'ni inşa etmek. Zalim İsrail, hukuk tanımaz İsrail diye faydasız sözler serpecek değilim çünkü Müslümanlar olarak biz sahiplenmezsek birileri mahremimize el uzatmaktan elbette imtina etmeyecektir. Bu tünelin kazılması sebebiyle Mescid'in surlarının toprak altında kalan bir kısmı gün yüzüne çıkmış. Hatta ilginçtir ki bu sayede Cebrail aleyhisselâm'ın Efendimiz (s.a.s)'in Burak'ı bağlaması için duvarda açtığı, hadislerde tarif edilen delik de ortaya çıkmış durumda. Ama ne yazık ki bu tünellerin kazılması, buna kimsenin sesinin çıkmaması aynı zamanda bizim pervasızlığımızı da ortaya koyuyor. Bu vaziyetten de hareketle Müslüman devletlerin, ele alındığında inlemekten başka bir iş yapmayan, içi boş, kuru bir oduna; bir neye benzediğini söylesek; Mescid-i Aksâ'nın halini de ''Neyistan'a düşmüş âteş'' diye nitelesek yanılmayız diye düşünüyorum.
Sözlerimi, ''âşık n’ola nâçiz ise de gönlü büyüktür'' mısrâını düşünerek, tek bir birey olarak pek iş göremesem de Aksa sevgisini gönlümde taşımayı iftihar kaynağı kabul ettiğimi belirterek sonlandırıyorum, vesselam.