31 Ağustos 2018 Cuma

Normallik üzerine / Nepal seyahatinden notlar

Geçenlerde Gülhane parkının denize nazır yüksek bir yerinde oturuyor iken hadi anlat bakalım nasıldı Nepal seyahati dedi dostlardan biri. Şöyle dedim, abi bu tarz seyahatler sayesinde normal denen çizginin ne kadar ince ve kırılgan olduğunu fark ediyor insan. Yine aynı dost bu sefer, bak bak bak bak işte Harun kardeşimizin yeni blog yazısının ilk cümlesi diye güldü. Bizi de güldürdü sağolsun. Evet, bu cümleyle başlayacağım sanırım: Bu tarz seyahatlar normal denen çizginin ne kadar ince ve kırılgan olduğunu fark ettiriyor insana.

Nepal oldukça fakir bir ülke. Doğru düzgün bir elektrik dağıtımı bile yok. Hatta geri kalmış bile diyebiliriz. Ne anlamda geri kalmış, sadece maddi mi? Bana kalırsa manevi anlamda da geri kalmış bir ülke. Fakat böyle dersem şöyle bir itirazda bulunulabilir, neye göre manevi olarak geri kalmışlıklarını iddia ediyorsun? İnanç çizgisel bir hat üzere tekamül eden bir kavram mı? Yani zaman ilerledikçe en doğru inanca mı kavuşacak insanlar, tıpkı bir zamanın “aydınlarının” söylediği gibi? İnsanın kalbi veya ruhu veya temel arzuları evrim mi geçirmekte ki daha doğru inançları bulma kabiliyetini elde etsin çağlar geçip gittikçe? Hayır, bunu iddia etmiyorum. Gözümde bir akide hariç hepsi batıldır. O inandığıma ise hakikat derim; hakikat olduğu için de inanırım. Birbirini tazammun eder bu eylemler. Ama işte bazı batıl inançlar vardır ki eskimiştir, insanoğlu onların yerine yenilerini üretmiştir. Nepal’de olduğunu iddia ettiğim geri kalmışlık bu kabilden, yoksa örneğin Amerika ile Nepal arasında batıllık açısından bir fark yok indimde. Küfür tek millettir. Peki ne yapıyor Nepalliler ki geri kalmışlar? Hala puta tapıyorlar mesela. Kast sistemleri var hala, ölümden sonra bile: fakir cenazeleri nehrin bir kısmında, zengin cenazeleri başka bir kısmında yakılıyor. Ya da daha ilginci kendilerine yaşayan tanrı(ça) seçiyorlar. Hem de küçük kızlardan. Bu kızlara “Kumari” ismini veriyorlar ve artık onların insan gibi davranması adeta yasak hale geliyor. Gülmek yasak, oyun oynamak yasak, dışarı çıkmak yasak, vücutlarının bir yerlerinin kanaması yasak (kanarsa tanrılık bozuluyor), dışarıdaki zemine basmak yasak, ilâ âhir... Ta ki ergenliğe girene dek. Bu ve bunun gibi garip inançlar Nepal Budistlerini / Hindularını geri kalmış olarak nitelendirmeye haydi haydi yeter diye düşünüyorum. Peki bunu neden anlatıyorum? Sırf genel kültürümüz artsın diye değil de en başta da söylendiği gibi normal çizgisinin (yahut insan fıtratının) ne çeşit abeslikler ile kolayca tahrif edilebildiğini görmek için. Bu ve buna benzer külü havaya savrulası batıl inançların, paganizmin kol gezdiği bir memleket işte Nepal. Ama yine de güzel.

Dağların, taşların, hayvanların, börtü böceğin memleketlerden bağımsız bir güzelliği var sanki diye okumuştum bir kitapta. İnsan bunları kolayca sahiplenip sevebiliyor her ne kadar o diyarın halkını sevmese de. Gerçi Nepal’in halkıyla bir sorunum olmadı ama bu güzelliklerini ayrıca bir sevdim. Örneğin Katmandu havalimanından çıkar çıkmaz elektrik telleri vasıtasıyla günlük ulaşımlarını sağlayan maymunlarla karşılaşmanız işten bile değil. Onlar kendileri için çok normal bir hale gelen bu eylemi ifa ederken siz de cep telefonu kameranıza sarılabilirsiniz. Aslında görüyorsunuz ya normal denen şeyi hayvanlar bile değiştirebiliyor ve bu insanı ürkütmüyor değil. 

Bu bağlamda oradan bir anımı paylaşmak istiyorum. Orayı sebeb-i ziyaretim kapsamında “Hatel” isimli bir köye gitmemiz gerekti. En başta köyün isminin Hatel olduğunu anlamadım da herhangi bir “hotel”i aradığımızı sanmıştım. Bizim Hindu şoförün İngilizce aksanı pek düzgün değil o yüzden böyle telaffuz ediyor diye düşünüyordum. Nepal’in bu en ibtidai kesimlerinde hotel ne arasın demek aklıma gelmemişti açıkçası. Şoför demişken adamın tam Hindistanlıların bıraktığı gibi bir bıyığı vardı. Bu bende seyahatte olduğum havasını iyice kuvvetlendiriyordu. Ne ise efendim, yolda karşılaştığımız köylülere yol sora sora ilerlemeye başladık. Yollar hakikaten berbattı, 4x4 bir arabayla dahi zorlanıyorduk. Epey bir mesafe gittikten sonra karşımıza kocaman bir hendek çıktı ve daha fazla ilerleyemeyeceğimizi anladık. Şoför hadi buyur burdan yak manasında bir melodi tutturmaya başladı ağzıyla. Nihayetinde alternatif bir rota seçmeye karar verdik ve geri döndük. Bu defa diğer rotayı epey izledik ve Hindistan sınırına kadar geldik. Anladığım kadarıyla önce Hindistan’a girecek sonra tam gideceğimiz köye denk gelen diğer sınır kapısından tekrar Nepal’e geçiş yapacaktık. Şoför ve rehberim Kalim askerler ile konuşmaya gittiler, ben arabanın yanında kaldım. Bir çayırlığın ortasındaydım, az ötede bir dere vardı ondan sonra da Hindistan sınırı vardı işte. Etrafta bir sürü keçi ve oğlak vardı, ara sıra yaya olarak veya motorla insanlar geçiyordu. 5 dakika gerimizde de bir Hindu köyü kuruluydu. Köyün tam ortasında peştemal ve atletle duruyordu erkekler, hamamdan çıkmış gibi bir kılıkları vardı. Hatta bazıları atlet de giymemişti. Kadınları genelde kafalarında bir şeyler taşıyarak pirinç tarlalarında çalışmaktan dönerken ya da evlerinde vakit geçirirken görüyordum. Köy putları vardı bir de. Üç duvarlı bir oda inşa etmişler ve oraya fil kafalı (Ganeşa), maymun biçimli (Hanuman) çamurdan tanrı heykelleri dikmişlerdi. Ürkünç duruyordu. En büyük tanrılarına Bhagwan diyorlardı. İşte bizimkiler askerlerle arabayı sokup sokamayacağımız hususunda konuşurlarken ben de etrafı gözlemliyordum. Bir ara komik bir şey de oldu, avucuma biraz ot topladım ve oğlaklardan birini yemlemek istedim. Küçük bir kız çocuğu ağlayarak koşageldi ve oğlağın boynuna sarılarak benden uzaklaştırdı. Gözlerinde çocuksu bir korku vardı. Kendi dilinde bir şeyler söyledi bana, o benim oğlağım gibi sözler herhalde. Anlaşılan oğlağını elinden alacağımı sanmıştı. Güldüm. Derken bizimkiler geldi ve arabayı sokamayacağımızı söylediler. Bunun üzerine üçüncü bir yol olarak köylülerden birinden yardım almaya ve köye yalın ayak gitmeye karar verdik. Sağolsun köylüler Müslüman olmamızı yadırgamadan gönüllü olarak bize bir rehber verdiler ve pirinç tarlalarının arasından devam edecek uzun yürüyüşümüz başladı. Ara ara paçaları sıvayıp zemini balçıklı derelerden geçtik ve nihayet köye vardık. Buradaki işimiz bittikten sonra Hindu köyünde bıraktığımız şoförün yanına nasıl döneceğimiz sorusu zihnimizi işgal etmeye başladı. Hava kararmıştı ve rehberimiz geri dönmüştü, o yüzden yürüme yolunu tercih edemezdik. Öte yandan kimse bizi bırakmaya da meyletmiyordu. Bana bir sandalye gösterdiler oturdum. Köylülerden biri bana yelpaze yapmaya başladı, tıpkı film sahnelerindeki gibi. Yahu yapma gözünü seveyim dedim ama bırakmaya yanaşmadı. En sonunda zorla elinden alabildim, hakikaten misafirperver insanlar. Bu esnada yol arkadaşım Kalim de yol parasını ödeyeceğimizi söyleyerek birkaç kişiyi zar zor ikna etmeye muvaffak oldu ve motorlarla yola düştük. Bizim bindiğimiz motorda üç kişiydik, ara sıra karşımıza dereler çıkıyordu ve buralarda motordan inip yürümemiz gerekiyordu. 15 dakika sonra motorlardan birine benzin almak için köyün birinde durduk. Sokaklarda elektrik yoktu fakat ayışığı sayesinde etrafı rahatça görebiliyordunuz. Zaten ayışığının önemi buralarda anlaşılıyor, şehirde değil. Evlerin çoğu bambudan ve çamurdandı. Köy meydanında kocaman bir Pipal ağacı vardı. Hem enine hem boyuna büyüyen heybetli bir ağaç. Buda’nın Nirvana’ya bir Pipal ağacı altında erdiğine inanılırmış. İşte bu ağacın dallarına doğru bakınca her yanının bir yanıp bir sönen ateş böcekleriyle kaplı olduğunu,  büyüleyici bir manzara teşkil ettiğini fark ettim. Yıldızlı gök gibiydi. Bu koca ağacın altında bir dost ile edilecek sohbetin hayalini kurmadan edemedim. Kim bilir ne derin sırlara vakıf olunurdu diye geçti içimden. Tam bu esnada köy bakkalı geldi ve 5 litrelik su şişesinden benzini aktardı motora, birer bademli süt aldık ve yola devam ettik. Uzun bir süre sonra nihayet şoförümüzle olan vuslata erdik. Ve konaklama yaptığımız şehre (!) doğru yol aldık. Bu detaylandırılmış anıyı anlatmamın sebebi bende uyandırdığı şu izlenimdir ki burada bizim kafamızdakinden, kaygılarımızdan, olması gerekenlerimizden çok daha farklı ve basit bir hayat vardı. Belki onlar da bizimle aynı refah seviyesinde yaşasalar aynı isteklere sahip olacaklardı ama bu şu an için önemli değil. Çünkü bu da normal denen mefhumun sabit olduğunu göstermiyor. Önemli olan, Türkiye’ye geldiğimde Nepal denen yerde geçirdiğim vakti hayal edince bana çok tuhaf bir yer olarak gelmesiydi.  

Bir defasında bir röportaj izlemiştim. Yirmili yaşların başındaki Çek bir kız tabir-i caizse bedenini satarak para kazanma kararı alıyordu, bir nev’i hayat kadınlığı yani ama daha yaldızlısından. Röportaj yapan kişi bu karardan annenin haberi var mı diyordu, o da hayır yok diyordu. Peki öğrense ne derdi sorusuna ise, sanırım pek bir şey demezdi, o çok açık görüşlü biri cevabını veriyordu. Bu güzel bir şey diye de tamamlıyordu. Bu ve az evvel anlattığım Nepal ve Nepal gibi yerlerdeki hayat yahut genel anlamda bize tuhaf, değişik gelen her türlü hayat tarzı, anlayış, fikir akla “acaba normal nedir” sorusunu getiriyor. Ve burada kişinin ufku açılmaya başlıyor. Demek ki dünya kendi çapından ibaret değilmiş bunu anlıyor. Bu evvela hayrete düşürüyor kişiyi, sonra keyif veriyor ve belli bir görmüşlük seviyesinden sonra da şöyle çetin bir görev yüklüyor kişinin omuzlarına: bunlardan hangisi veya hangileri normal, olması gereken sınırları içinde kalıyor? Bir tanesi mi, ikisi mi, üçü mü, hiçbiri mi; hangisi? Esasen bu son aşamaya dair şöyle bir gözlemim oldu ki herkes aynı düzeni izlemiyor, aynı cevabı bulmayı kendine vazife bilmiyor. Diğer bir deyişle bu aşamaya gelen kimi insanlar bu soruyu sorup bir arayış / kendi normallerini tetkik için kendilerine yönelmek yerine hepsi makbuldür, isteyen istediğini yapsın diyebiliyor. Ezan da serbest olsun, eşcinsel evlilik de demek gibi bir şey yani. Ancak bana sorarsanız bu kolaya kaçmanın en aşikar hali. Üstelik gizli bir hakaret de içeriyor diye düşünüyorum. Yani birbirini kabul edemeyecek iki düşünce varsa, her ikisine de var olsun diyerek her ikisini de hafife almış ya da en azından ciddiye almamış oluyorsunuz. 

Bunlar hep birer müşkil. İnsan zayıf ama tamamen aciz değil. Nepal güzel.

2 Şubat 2018 Cuma

Sessizlik ve sessiz kalanlar üzerine

14 Rebi'ülâhir 1439
1 Ocak 2018
00:18
Üsküdar sahilde bir yer

Sessizlik Üzerine

Vakit gece yarısı. Gece tüm ufukları tutmuş, ışık sızmıyor. Geç vakitlerde oturmayı çok sevdiğim tenha bir yere biraz sessizlik içinde kalmaya geldim. Lâkin yılbaşı gecesi dışarı çıkmakla hata yaptığımı anlıyorum. Çünkü bu gecenin ve sessizliğin bir arada bulunması kâbil değil gibi. Bir arada bulunmamaları için hiçbir sebep yok halbuki, kutlama yapanların öyle zannediyor olması dışında.

Banktayım. Bu semtte artık misafir değilim. Ayın on dördü var gökte, şu beyhûdelikler olmayaydı daha fazla oturmak için güzel bir gece olabilirdi. Birkaç adım ötemde üç çocuk kafalarında o iğreti noel şapkasıyla sırtlarını boğaza vermiş, resim çektiriyorlar; bir yerlerde paylaşmaları lâzım herhalde. Birinin elinde tesbih de var. Bense yaklaşık bir senedir eskisi kadar sık yazmadığımı düşünüyorum. Üzerine yazacak konu bulamadığımdan değil. Bilakis yazmak istediğim o kadar çok konu var ki başım dönüyor. Bu kadar yazılabileceğin hangisinin neresinden başlayabilirim, buna nasıl güç yetirebilirim dedikçe takatsizleşiyorum. Derin sulara düşüp kendini kaybeyler gibi bir hal bürüyor ben âcizi sonra. Sonra ne yazsam eksik kalacakmış tadında bir tatminsizlik. Peki niçin? Ne vakit bunu düşünsem bu hâlin bilumum yaşamakla ilgili olduğunu da görüyorum. Tecrübe edilecek o kadar çok his var ki fâniliğime diz çöküp ağlayabilirim. Milyonlarca farklı şekilde hayatı yaşamayı dilemeden edemiyorum. Diplerde bir yerde insan olmamın beraberinde gelen bir taraf biteviye kıvranıyor ve birazcık durulabilmek için gözümün gördüğü ne varsa hiçbirini kaçırmadan, hepsini bir girdap gibi yutma isteği doğuyor. Kanmamasıya. Ama neden? Ama, neden..? Ama neden mi? Hiçbir şey için hiçbir gerçek sebep yokken ya da her şey için tek bir sebep varken... saçma bir soru değil mi bu bağlamda ve zamanda: neden?

Susalım... Bu defaki bahis konusu sessizlik olsun. Bu, bu bahsi ilk açışım değil. Geçen haftalarda baro sınıfında yaptığım on dakikalık sunumda bu konuda birkaç söz sarf etmiştim. Belki de bir sır sayılabilecek konuyu on dakikada anlatmaya çalıştığım için olsa gerek kimsece ne demek istediğim anlaşılmamıştı. Rahatsız da değildim bundan. Hatta bir itiraf sayılabilecekse bu konuşmayı yapmak çoktandır hayal ettiğim bir iş olduğu için gizli bir haz bile duymuştum. Kundakladığı evin yanışını seyreden biri gibi. Söylenilen sözler sınıftakilerin ileride parçası olmayı düşündüğü yüce işlere yönelik bir tenkit olduğu için aynı zamanda hoşnutsuzluk da toplamış olabilirim, emin değilim. Eh, hırsızlık niçin işlemeyelim, katilleri neden hapsedelim gibi abuk subuk sorulardı nihayetinde. Esasen bunların hepsi sessizlikle ilgili meseleler.

Peki sessizlik ne ola ki? İçimize düşürdüğü gölge nedir?

Sessizlik hakkında o kadar çok denebilecek var ki aklımda seçemiyorum. Karmakarışık bir ipi ayrıştırmak gibi; zahmetli iş. O yüzden bıraksak da kendini o mu anlatsa, Silence speaks louder than words (Sessizlik sözlerden daha sesli konuşur) demişler zira? Bilmem... Yalnız biliyorum ki meftûnu olduğum bu sessizlik içimizde arayıp bulmamız gereken bir şey. Çünkü aynen dendiği gibi:

"Bu yaşam boyunca, sessizliğin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz. Kanımız bile bir tür sürekli gürültü yapıyor içimizde; çocukluğumuzdan beri alıştığımız için, bu gürültüyü seçemez oluyoruz… Ama yaşam boyunca, bu gürültü bastırdığı için bir türlü işitemediğimiz şeyler, uyumlar bulunduğunu düşünüyorum…"¹

Bu duymazlıktan herkesin bir hissesi var. Hepimizin duyduğu ve duymadıkları var. Birtakım sesler az kişilerce duyuluyor, kimileri hala hiçbir kulakta çınlamadı belki. Şimdi de kitabın ortasından devam edelim ve şöyle bir soru soralım:

"Why things are what they are?"
(Şeyler neden oldukları şeylerdir?)²

Söylemesi bile tuhaf değil mi? Aziz kârî! Muhtemelen bu ne biçim soru, dedin. Belki de tekrar okudun anlayabilmek için. Buna biraz güleceğim izninle. Yanlış yaptığın için değil, kimse garipsemekte haksız da değil. Ama bu tuhaf sorunun nasıl da yanıtsız bırakılarak geçildiğini düşünmek insanı gülümsetiyor işte. Hakikat şu ki her şeyi mahveden bu soru, ama aynı zamanda kurtarabilen bu soru, hastalanmış ruhların duçar olduğu bir derttir. Bunu kendinize soruyor iseniz siz de hasta olmuşsunuz demektir.

Hastalıktan kastım ise her şeyin göreceli olduğu düşüncesidir: her türlü akıl yürütmenin, ahlâkî değerin, kuralın, edebin, erkânın, vasıflamanın, yücenin, alçağın, doğrunun, yanlışın, güzelin, çirkinin, kötünün, iyinin; her şeyin, her şeyin, her şeyin... bir önyargıdan, bir önkabulden, bir delilikten, bir oyundan ibaret olduğu düşüncesidir. Düşünebiliyor musunuz, binyıllardan beridir terk edilmemiş bir oyun! Hayatınızı neye binâ edeceksiniz? Hayatınızı bir şeye binâ etmeli misiniz? Hangi dalı tutasınız ki çürük çıkmasın? Zamanın bile gerçek bir ölçü birimi olmadığını fikrettiği anda acı acı gülümsemekten başka ne gelir insanın elinden? Bu hastalık öylesine her yerdedir, her türlü fikrin üstünü öylesine kaplamıştır, öylesine hepimizin içindedir; ama biz o kadar farkında değiliz, o kadar sağırızdır ki bu hastalık neredeyse yok gibi bir şeydir bizim için! Bizzat hayat saklamaktadır onu bizden. Ama bazen sıyrılır da çıkar karşınıza. Mesela nasıl mı? Mesela geçenlerde yaşı ilerlemiş bir akrabamızı ziyaret ettiğimde, çocukların telefon ve tablet gibi cihazlarla çok meşgul olmasını kastederek ne güzel bir davranış, demesi ve teknolojiyle ne kadar da içiçeler, diye tamamlaması gibi. Bu gülünç cümle sonradan çok büyük bir etki yapmıştı bende. Bu adama karşı denebilecek hiçbir şey olmadığını fark etmiştim. İstediğiniz kadar dibine inin, akıl yürütün, zararlarını ortaya koyun; bütün mesele bakış açısıyla alakalı, bu davranışa adam güzel diyorsa güzeldir diye düşündüm. Fakat işin kötüsü, bu her mesele için böyleydi sanki. Sanki her şey bir zevk ve renk meselesiydi, hiçbir şey tartışılmazdı. Tartışılsa bile boştu. Mesela sormalıydık: Ceza kanunlarının cezalandırdığı davranışlar niçin kötü olsun? Birilerine yardım etmek neden iyi olsun? Trafikte tartıştığınız birinin canını almak neden doğru olmasın? O tartıştığınız kişiye kıymanın sizi rahatlattığını, öfkenizi dindirdiğini düşünürsek daha âlâ ne olsun? Birilerinin üzülmesi bu eylemin vasfına niçin etki etsin? İllâ bir kanaate varacaksak bu neden yanlış olsun? Yahut şimdi ben bankta otururken biri çıkagelse ve çakısını göstererek cebimdekileri vermemi istese, ben neyi referans göstererek buna kötü bir davranış diyebilirim? Bu davranış elinden alınan için yani benim açımdan ne kadar iğrenç ve kötüyse, elimden alan için de bir o kadar güzel ve kârlı bir iş olabilir. Benim bu davranışa verdiğim vasfı onun verdiğinden üstün kılan da nedir? Akıl? Vicdan? Sağduyu belki? Bunları referans alan bir fikrin üstün olduğunu söyleyen ne peki?

"If faces were different when lit from above or below—what was a face? What was anything?"
(Yukarıdan veya aşağıdan aydınlatıldığında farklı ise yüzler—bir yüz neydi? Her şey neydi?)²

İşte bütün sahip olduklarımı neredeyse ikiye bölecek olan kılıç. İşte fikirlerin, inançların, değerlerin, gerçekliğin hayâl ile karıştığı nokta. Sebeb-i cünun. Sebeb-i telef. İzafiyet hastalığının numunesi olan korkunç soru...

Uzun bir kitabın sonuna gelmek gibi zaman alır/aldı bu hastalığa düşmek; kurtulmak da öyle. Bu teşviş içinde herkesin duyamadığı farklı olduğundan, herkesin duyması gereken de farklı. Bundan sebep söylemeyeceğim nasıl şifâ bulduğumu. Ama iyi hatırlıyorum. Çok basit, bilebileceğim bir şeyi başkasından duymak yetmişti. Sessizlik ile düştüğüm hastalıktan yine sessizlik ile kurtulmak vâki olmuştu. Ve her şey olup bittiğinde daha önce belki yüzlerce kez duyduğum şu cümle beni şaşırtmıştı, sanki dönüp dolaşıp geleceğim yerde beni bekliyordu:

"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir" âyetidir ki kimilerine yabancı gelecektir, lâkin taşıdığı mana ne de derindir! Oyun kelimesi ne de ilgi çekicidir. Malumdur ya, oyundaki kuralların hiçbiri "gerçek kurallar" değildir, oyunu oynayanlarca kabul edilmiş bir takım icadlardan ibarettir. Bu âyet-i celîlenin işaret etmek istediklerinden biri de: dünya ehlinin kendilerince birtakım doğrular-yanlışlar belirlemesi, kurallar koyması, ‘’işte akıl bunu gerektirir’’ demesi devcileyin bir çocukluktan, kendini kandırmadan başkası değildir, diye niçin düşünülenemesin?

Susalım, bir kez daha... Nasıl olsa susacağız, nasıl olsa:
Varacağımız yer, susmuşlar vadisidir. Mezarlık...
(عاقبت منزل ما وادى خاموشان است³)

Parlak, câzibedar bir şehrin içinden süzülerek lezzetlerin soluşuna doğru yol alıyoruz. Gecenin ve gündüzün çektiği bir at arabasındayız, heyecanlıyız, hızlı hızlı soluyoruz. Ama bir an dur ve dikkat et, soluk sesimiz neyi duymamızı engelliyor, bir an dur ve dikkat et.

Silence

There is a silence where hath been no sound,
There is a silence where no sound may be,
In the cold grave—under the deep, deep sea,
Or in wide desert where no life is found,
Which hath been mute, and still must sleep profound;
No voice is hush’d—no life treads silently,
But clouds and cloudy shadows wander free,
That never spoke, over the idle ground:
But in green ruins, in the desolate walls
Of antique palaces, where Man hath been,
Though the dun fox or wild hyæna calls,
And owls, that flit continually between,
Shriek to the echo, and the low winds moan—
There the true Silence is, self-conscious and alone.

                                                             Thomas Hood

Sessizlik

Bir sessizlik var hiçbir sesin olmadığı bir yerde
Hiçbir sesin olamayacağı bir yerde bir sessizlik,
Soğuk bir kabrin içinde—derin, derin denizler altında,
Ya da hiçbir yaşamın bulunmadığı geniş sahrada,
Bir sessizlik ki hep susmuştur, ve hala da derin uyumalıdır;
Bir yer ki hiçbir fısıltı olmamış, hiçbir canlı yürümemiş bulunmalıdır,
Yalnız bulutlar ve bulanık gölgeler gezinir orada serbestçe,
Bulutlar ve gölgeler ki hiç konuşmamışlardır, çıplak toprak üzerinde:
Ama yeşermiş harabelerinde, antik sarayların
Ademoğlu’nun bir zaman yaşadığı ıssız surları içinde,
Her ne kadar boz tilki ve vahşi sırtlan uluyor,
Ve baykuşlar çığlık ile yankı arasında,
Mütemadiyen uçuşuyor olsa, ve engin rüzgarlar uğuldasa da—
Orada durmaktadır gerçek Sessizlik, içine kapanık ve bir başına.

———————————
¹ Andre Gide
² William Golding
³ Hâfız-ı Şirâzî