21 Ekim 2019 Pazartesi

Yalnızlar tekkesi

“Call me Ishmael.”

diye başlamak istiyorum bu yazıya. Çünkü artık bıkkınlık gelmiştir ve ümidimin azaldığı bir dönemin içindeyimdir.

Bu cümle Moby Dick’in ilk cümlesi. Neden duygu durumumla bu cümleyi özdeşleştirdiğim sorulacak olursa açıklayayım. Geçen sene olsa gerek bir güzel dost hediye etmişti bu kitabı. Ancak hani derler ya makus talih diye, işte birçok kitabın makus talihi gibi onunki de ona yar olmamıştı. Sonra okurum diye bir kenara bırakmıştım. Bu durum için kim olduğunu şu an hatırlayamadığım birisi her kitabın bir kaderi vardır, durduğu yerde okunmayı bekler. Belki de eline aldığın anda daha ehilsindir onu okumaya demişti. Kenarda bekleyen kitapların talihi makus mudur değil midir tartışmaya açık ama ben nedendir bilinmez bir sene kadar sonra elime alayım dedim ve tam da o esnada yanımdaki yabancı arkadaş, o elinde tuttuğun benim en sevdiğim kitap, ilk sayfasını ezbere biliyorum dedi. Kur’an hafızı, hadis hafızı olması gibi Moby Dick hafızı çıktı yani adam. Bana ilk cümlenin anlamını bilip bilmediğimi sordu. Hayır dedim, anlatmaya başladı. Eski Ahit’teki anlatıya binaen Yahudi ve Hıristiyan inanışında Hz. İbrahim tarafından Allah’a kurban edilmek üzere boynunu bıçağın altına yatıran oğul Hz. İshak imiş, Hz. İsmail değil. Malumdur ki bu husus müslümanlar ve kitap ehli arasında tartışmalıdır. İşte aradaki bu çekişmeden olsa gerek İsmail demek öteki demektir, o diyara ters düşen, inançlara uymayan, pek sevilmeyen demektir Hıristiyan ve bilhassa Yahudi inancına yani günümüz Batısına miras kalan bilinçaltına göre. Aslında hangi oğulun kurban olduğu yönünde bir ihtilaf olduğunu biliyordum ama İsmail’in böyle bir çağrışımının olduğunu bilmiyordum. Bir yerlerde böyle hissetmiş olacağım ki İsmail denince ağzı acıtan o tadı üzerime alasım geldi. Böyle başlamak istedim bu yazıya, bu açık mektuba. Call me Ishmael.

Aman ne acıklı dedi sanki biri. Bence de hiç acıklı değil. Sadece ümidimin azaldığını düşünüyorum. Neye karşı ne ümidi derseniz, boşverin derim. Açık mektuba başlamadan önce aklımda bir düşünce vardı, hala da var: mektuptan daha önemli işler yapmam gerektiği. Çünkü “saçlarından yakalayamıyorsun zamanı”. Fakat bu düşüncenin doğruluğuna karşı çok cüretkarım son zamanlarda. Lineer düşünmeye meyilli olduğumu fark ettim, düz bir çizgiyi devam ettirir gibi olmalı sanki hayat. Sapmamalı patikadan, dikkat dağıtıcılar engellenmeli. Böyle düşünüyorum ama küçük bir su akıntısının bulanması gibi bu düşünceyi bulandıran bir soru doğuyor içime, nereye gitmem gerekiyor ki Allah aşkına? Nereye? Nereye? İşte bu meçhul. Ön yazının mektubun kendisinden uzun olmasıysa garip.

———

23 Safer 1441
21 Ekim 2019

Adressiz alıcı, bilmeni isterim ki iki arkadaşla geç vakte dek oturduk bu akşam. Şöyle veya böyle ortak noktaları olan birbirimizin çevresini az çok tanıyan arkadaşlardık. Uzun uzun içini döktü içimizden birisi, uzun uzun dinledik biz de onu. Şeb-i yeldada fecre kadar uzar kıssa-i aşk demiş Yahya Kemal, o kabilden kendisinden ayrılmak zorunda kaldığı şahsın ona çektirdikleriyle alakalı bir sürü dertten kederden dem vurdu. İçini dökerken şahsımın da zikrinin geçtiği dedikodulardan bahsetti. Tuhafıma gitti. Bir günahtan uzak durmanın riyası olmaz herhalde diye düşünerek belirteyim ki tuhafıma gitti çünkü çok yabancısı olduğum bir eylem. O şöyle yapmış bu böyle etmiş şunlara şöyle olmuş vesaire vesaire vesaire... Niye dedikodu eder ki bir insan diye soruyorum bazen kendime. Sonra diyorum ki açtır köpek ister ki yemek sohbeti olsun. Bundandır diyorum. Üzerine alınma, konuşmayı çok seven verb-o-maniac'lere hitap ediyorum. Kendini başkasından dinlemek de ilginç bir his.

Bu dedikodular ne ara döndü diye düşünürken ne kadar uzak kaldığımı fark ediyorum. Onlara nisbeten ne kadar kendi halinde sayılabileceğimi, ne kadar tecrit edilmiş olduğumu. Bir an için hayat denen şölenin dışında kalmış bütün aksiyonu kaçırmış gibi hissetse de insan umursamazlık örtüyor o saçma durumun üzerini. Ama umursamamayı tamamen becerebiliyor değil ki bu satırları yazıyor. Belli ki etkilenmiş bu akşamdan. Şöyle düşünüyor, yalnızlık ölüme karşı alıştırmalar yapmaktır. Ve belki bu adressiz mektubun alıcısı da kendi gibi berzahtadır. Sonu nihayeti gelip bitmez düşüncelerini paylaşmak, yarım konuşmalarını tamamlamak için cesarete, inadını kırmaya ihtiyacı vardır.

Yine bilmeni isterim ki mektubu rüzgara bıraksam da cevap almaya karşı hayati bir ihtiyacım yok. Dinlemek ve dinlenmek isterdim ama yine de ısrar edicek değilim, her zaman olduğu gibi. Yûnus demiş ki çeşmelerden bardağın’ doldurmadın korısan / bin yıl anda durursa kendi dolası değil. Herkes bu aleme ölmek için gelirmiş, bir çeşmeden sular nasıl akıp gidiyorsa öyle akıp gidiyor hayat. Bardak kendi dolmayacaktıysa denemeye değer diye düşündüm. Ancak yine de benim bileceğim iş değil.