22 Aralık 2019 Pazar

Flamenko ve çalakalem birkaç satır

“Bravo... Harika! Ahaha, mükemmel!” ve ayakta patlatılan birkaç alkış. Önümdeki kadının bence kupkuru, ahenksiz, gürültü sayılabilecek hatta insanların yapma beğenileri yüzünden iğrençleşen birkaç piyano bestesinden sonraki tepkileri bunlardı işte. Yanındakilerin onaylar sözleri, kafa sallamaları. “Evet, gerçekten de! Çok güzel!” demeleri. Sunucunun okuduğu abartılı, samimiyetsiz hatta sefil metin. Hayatı anlatılan kadının bizlere karşı okunan mektuplarındaki kepazece yalanları. Araya giren bir başka ruhsuz beste. Clara Schumann’ın “tanrısal vasıflarla bezeli” bir dostu hakkındaki ağdalı süslü zırvalarını dinlemeye devam etmemiz, bin sekiz yüz bilmem kaçta verdiği bir konserinde dinleyicilerin o beş para etmez bestelerinden biri için güya hayranlıkla fısıldaşmaları, o dönem o para ettiği için mektuplarının sonuna dek namuslu kadın numaraları çekmesi ancak eşi yatalak hasta olmaya görsün eve başka erkek almakta beis görmemesi, önümdeki beyaz türk tabir edilebilecek taifeden kadınların yavan esprilere ahhaha diye sesli gülmesi... Allah’ım her şeyden romantik dönem metinlerinin dayanılmaz yapmacıklığı akıyor. İnsan nasıl cinnet geçirir anlar gibi oluyorum.

Görüldüğü gibi piyano konserinden beklediğimi bulamadığım meydanda. Fakat hiç değilse şu yapmacıklık olmayaydı ah. Sadece kötü olsaydı, sadece bir halt anlamasaydım, hiçbir tad almasaydım belki yine kendimde arardım sorunu ancak insanların sağduyuyu aptal yerine koyarcasına, sanki hiç iyi bir piyano bestesi dinlememişizcesine takındıkları şu mestâne tavırlar olmayaydı. En çok kızdığım şeylerden biri de şu yapmacıklık olmuştur. Hele ki şu berbat besteleri beğenince yüce, zevkleri inceltilmiş bir sınıfa mensup olacağını sanıyorsa insanlar. Beğendiklerine kendilerini inandırmaya çalışıyorlarsa. “Bu derin bilgeliği kavrayarak kendi değerlerini ortaya koyuyorlarsa”. İşte bu zaman tuhaf bir öfke, tuhaf bir nefret kaplıyor kalbimin üzerini ve şöyle bağırmak istiyorum: hayır Allah’ın cezası hayır. Hayır, hayır güzel değil, hayır rol yaptığın gibi değil. Ne sen beş para edersin ne bu besteler. Hayır Allah’ın cezası, hayır.

...

Biraz sakinleşeyim. Birkaç derin nefes alayım... Evet, evet... Aslına bakarsanız ne tavırlarına dayanamadığım sunucudan ne dinleyicilerden ne de Clara Schumann’dan nefret ediyorum. Hiçbiriyle bir sorunum yok, sırf insan oldukları için hepsini gizli bir sevgiyle seviyorum aslında ama bazen oluyor böyle işte. Duygularının dizginlerini elden bırakıyor insan. Gerçekte ne onlara kötü bir şey olmasını isterim, ne kendimi üstün görürüm ne onları alçak. Tek diyebileceğim şu olur ki Türkiye’de birbiriyle yaşamak zorunda olan iki ayrı milletiz. Diğerleri bu iki uç arasında gidip gelen ara tonlardan ibaret ne yazık ki. Bir arkadaşım söylemişti bunu bana da.

Dün akşam çok daha güzeldi oysa. Hiç böylesi düşüncelere kapılmamıştım. Flamenko dinlemiştik. Piyanoya karşın bir hoşnutsuzluğum yok ama Avrupa kültüründen en sevdiğim şey flamenkodur belki de. Niçin acaba? Küçükken zor bela para bulup gittiğimiz atari salonundaki dövüş oyununda çok karizmatik bir İspanyol karakter olmasından dolayı mı sevmiştim İspanya’yı ve yanık sesli flamenko şarkıcılarını? Yoksa Simyacı’daki çobanın İspanyol olmasından mı? Yoksa Endülüs’ten dolayı mı? Heyecanı sevdiğimden ve San Fermin festivalinin İspanya’da olması yüzünden mi? Yoksa bu saçma sapan nedenlerin hiçbirinden dolayı değil mi? Yüksek ihtimal. Zaten nedenin ne önemi var, ben başka bir şey diyecektim.

Gitar ülkemizde biraz ergen enstrümanı olsa da dediğim gibi flamenko gitarını çok sevmişimdir. Sanki konservatuvar mezunuymuşum gibi şu hikmeti savurduğum çok olmuştur: “İspanyol gitarının ayrı bir tarzı var”. Müzik uzmanı değilim ama zevkimce flamenko gitarında insanın dönüp dolaşıp geldiği ruh halini andıran bir tını olduğunu düşünmüşümdür. Kanaatimce insanın etrafında döndüğü duygu durumu yalnızlık ve bu tarz müzikte de onu yansıtan bir parça var. Ağır ritimli olanlardan bahsediyorum yani. Ney gibi, keman gibi kedere hüzne gark etmiyor ve aşırılığa itecek bir coşku da barındırmıyor. Yalnızlığın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum, iyi bir şey olduğunu da. Değişir. Hatta bazen gerekli olduğu dahi söylenebilir. Flamenko da böyle ortada bir şey. Hüzün de barındırıyor içinde sevinç de. Ve bu ikisini bir arada bulundurması bana yalnızlığı hatırlatıyor. Hayat gibi. İnsanların uğraştıkları her meşgale, zihinlerindeki her düşünce onları yalnızlık hissinden uzaklaştırıyor. Meslekler, aile, vatan, eğitim, para, eğlence, öfke, mücadele ve işte daha her ne ise. Olumlu veya olumsuz meşgul olduğumuz ölçüde geriye itiliyor yalnızlık hissi. Arada bir kendini hissettiriyor, her şeyi bir kenara bırakıp ona döndüğümüzde. Hapishaneye düştüğümüzde, yastığa başımızı koyduğumuzda, internet paketimiz bittiğinde. Ve sanırım insan olmakla eş değer bir özellik, klasik mantık tabiriyle ifade edecek olursak bir fasl-ı karîb. İnsan, yalnız olandır gibi. Flamenko da böyle. Ortada bir şey. İnsan gibi. Yalnızlık gibi. Ya da sadece ben öyle sanıyorum.

Bilmezem Hâlık ne topraktan yaratmıştır beni
Talihim’ bilmez müneccim illetim’ bilmez tabib