24 Ekim 2015 Cumartesi

Edouard'ın günlüğü

İşin en başında yazarla (bazı açılardan) benzer düşünceler içinde olduğumu görmek beni korkutmuştu.

E.: Edouard (yazmasam da olurdu biliyorum).
L.: Kim olduğunun ve kişiliğinin bu yazı açısından herhangi bir önemi yok.

--------------------

Edouard'ın günlüğü

18 Ekim
Anlaşılan L. gücünün farkında bile değil. Ama ben kendi yüreğimin gizlerini sezerim, bugüne kadar dolaylı olarak onun esinlemediği tek satır yazmadığımı iyi biliyorum. Yanımda çocuksu buluyorum onu. Sözlerimdeki bütün ustalığı; sürekli olarak ona bilgi vermek, onu inandırmak, onun gönlünü çelmek isteyişime borçluyum yalnız. Bir şey görüp, bir şey işitip de, ''O buna ne derdi?'' diye düşünmediğim olmaz. Kendi coşkunluğumu bırakır, yalnız onunkine bakarım artık. Hatta bana öyle geliyor ki, L. açık açık göstermese, kendi kişiliğim fazla bulanık yüzeyler biçiminde silinip giderdi; kendimi ancak onun çevresinde topluyor, onun çevresinde tanımlıyorum. Bugüne kadar onu işleyip kendime benzetebileceğimi sanmakla ne kadar aldanmışım! Tam tersine, ben ona benziyormuşum da farkında değilmişim! Daha doğrusu, aşk etkilerinin garip bir tesadüfüyle karşılıklı olarak ikimizin de benliği değişiyormuş. Birbirini seven iki yaratığın her biri isteminin, bilincinin dışında, ötekine göre biçimlenir, ötekinin gönlünde gördüğü sevgiliye benzemeye çalışır... Gerçekten seven kişi, içtenlikten el çeker.

     Böyle aldattı beni. Düşüncesi her yerde benimkine eşlik ediyordu. Beğenisine, merakına, bilgisine hayran kalıyordum. Benim gönül verdiğimi gördüğü her şeyle tutkuyla ilgilenmesinin, sırf beni sevmesinden ileri geldiğini bilmiyordum. Çünkü kendisi hiçbir şey anlamıyordu. Her hayranlığı, düşüncesinin benim düşüncemin yanına yatırdığı rahat bir yataktan başka bir şey değildi; bugün anlıyorum bunu; yaratılışının derin gereğine karşılık veren bir şey yoktu; ''Yalnız senin için donanıyordum,'' diyecektir. Ama ben, o bunu yalnız kendisi için yapsın, bunu yaparken de içten, kişisel bir gereksinimle boyun eğsin isterdim. Benim için kendi benliğine işlediği bütün bu şeylerden iz bile kalmayacak, bir üzüntü bile, bir eksiklik duygusu bile. Bir gün gelir, gerçek varlık yeniden belirir, zaman bütün o iğreti giysileri yavaş yavaş çıkarır sırtından; öteki, yalnız bu süslere vurulmuşsa artık ancak kof bir süs, bir anı bastırır yüreğine... Ancak yaşlılık ve umutsuzluk bastırır.

     Ah! Ne erdemlerle, ne kusursuzluklarla süslemişim onu!
     Şu içtenlik sorunu ne sinirlendirici: İçtenlik! Bu konuya geldim mi yalnız onun içtenliğini düşünüyorum. Kendime yöneldiğim zaman sözcüğün anlamını bile kavrayamaz oluyorum. Hiçbir zaman, sandığım gibi değilim. Kendim sandığım varlık bile durmadan değişiyor, öyle ki, çoğu zaman, ben birleştirmesem, sabahki varlığım akşamki varlığımı tanımayacak. Hiçbir şey benim kadar farklı olamaz benden. Ancak bazı bazı, yalnızken görünür derinlik gözlerime, ancak o zaman köklü bir sürekliliğe ulaşırım; ama o zaman da yaşamım ağırlaşıyormuş, duruyormuş, varlığım sona erecekmiş gibime gelir. Ancak yakınlık duygusuyla çarpar yüreğim, ancak başkasıyla yaşarım; başkasının yerine geçmekle, birleşmeye yaşarım hatta; hiçbir zaman da bir başkası olmak için kendimden sıyrıldığım zamanki kadar yoğun ve güçlü yaşadığımı duymam.

     Kökten koparmanın bu bencilliği -aykırı gücü o kadar fazladır ki- iyelik, bunun sonucu olarak da sorumluluk duygumu eritir. Böyle bir yaratık, evlenilebilecek bir yaratık değildir. Bunu nasıl anlatmalı L.'ye?


26 Ekim
     Benim için hiçbir şeyin, şiirselden başka anlamı (bütün anlamını veriyorum sözcüğe) yoktur; kendimden başlamak üzere. Bazı bazı gerçekten yaşamıyormuşum da yalnızca yaşadığımı düşlüyormuşum gibime gelir. En zor inandığım şey kendi gerçekliğim. Durmamacasına sıyrılırım kendi kendimden; davranışıma baktığım zaman, davrandığını gördüğüm kimse ile bakan, aynı zamanda hem oyuncu hem seyirci olmasına şaşan, bundan kuşku duyan kimsenin aynı kimse olmasını pek anlayamam.
     İnsanın duyduğunu sandığı şeyi duyduğunu anladığım günden sonra, ruh-bilimsel çözümleme benim için bütün ilginçliğini yitirdi. Duyduğu şeyi, duyduğunu sandığını düşünmeye başladım bundan dolayı. Aşkında da iyice görüyorum bunu: L. sevmemle onu sevdiğimi sanmam, onu daha az sevdiğimi sanmamla onu daha az sevmem arasındaki farkı kim seçebilir? Duygu alanında gerçek, düşten ayrılmaz. Sevmemiz için, sevdiğimizi düşlememiz yettiği gibi, sevdiğimiz zaman da sevdiğimizi düşlediğimizi düşünmemiz, daha az sevmemiş, sevdiğimizden biraz kopmamız, hatta ondan birkaç kristal koparmamız için yeterlidir. Ama bunu düşünmemiz için de önceden daha az sevmeye başlamış olmamız gerekmez mi?
     İşte kitabımda X, böyle bir mantıkla Z'den kopmaya; daha önemlisi, onu kendinden koparmaya çalışacak.


28 Ekim
     Aşkın birdenbire billurlaşmasından söz ederler durmadan. Hiç üzerinden durulmayan ağır ağır soğuma ise, beni çok daha fazla ilgilendiren bir ruh-bilim olayı. Bunun, belirli bir süre sonunda, bütün aşk evliliklerinden incelenebileceği düşüncesindeyim. L. için korkulacak bir şey yok bu konuda; aklın, ailesinin ve benim kendisine öğütlediğimiz gibi F. D. ile evlenirse elbet (çok iyi bir şey olur bu). D. üstün niteliklerle dolu, kendi alanında çok şey yapabilir (öğrencilerinin kendisini çok beğendiklerini işittim). Çok dürüst bir öğretmen. L. başlangıçta ondan ne kadar az şey beklemişse gün geçtikçe onda o kadar çok erdem bulacak. Onu övdüğü zaman bile tam hakkını veremiyor bence. D. onun sandığından daha iyi.
     Ne güzel roman konusu: On beş-yirmi yıllık evlilik sonunda, eşlerin gittikçe artan karşılıklı soğumaları! Sevdiği ve sevilmek istediği sürece, seven kişi olduğu gibi görünemez, üstelik ötekini de görmez. Süslediği, tanrılaştırdığı, yarattığı bir yüce sevgili görür onun yerine.
     Böyle L.'yi hem kendi kendine, hem de bana karşı uyardım. Aşkımızın kendisine de, bana da sürekli bir mutluluk sağlamayacağına inandırmaya çalıştım onu. Aşağı yukarı inandırdığımı da umarım.

...

--------------------

Öyle sanıyorum ki çok güzel, okunmaya değer bir parça bu. İşbu sebepten sizinle paylaştım, belli ya. Lakin yazar, vardığı sonuçlarda haklı olamayacak kadar kibirli, dışarıyı göremeyecek kadar kendine hapis değil mi? İyi ki öyle. Yazarın savunduğu tezlerin hepsini bu tek cümleyle boşa çıkaramam biliyorum. Ama bildiğim şey, vardığı yanlış sonuçların sebebi bu hali. Birkaç hakikatin keşfinden aldıkları cesaretle, başkalarını bir insandan çok bir nesne gibi, bir inceleme konusu gibi görenler, bir süre sonra kendilerinin de birer insan olduğunu unutarak nihayetinde yanılmaya mahkum olmamışlar mıdır zaten? Onları görenler kendilerinde tabiatın akışının tüm yönlerini bilecek/tayin edecek -adeta ilahi- bir gücün varlığını varsaydıklarını ve bunun farkında bile olmadıklarını söylemez miydi?

17 Ekim 2015 Cumartesi

Önceden düşünülmüş

Kısa bir yazı.

-------------

18 Zilhicce 1436
2 Ekim 2015
13:37

Hayırlı Cum'alar

Az evvel Cum'a namazındayken etrafa göz gezdiriyordum. Tahmin edebileceğiniz üzere cemaatin kahir ekseriyeti yaşlılardan oluşuyordu. İnsan yaşlanınca tuhaf huylar edinebiliyor galiba. Kimisi efsun okur üfler gibi duaları sıralıyordu kimisi de arkadaki sandalyeliler sırasına katılmıştı. Allah sandalyeye mecbur etmesin.

Mahallemizin camisinde namaz kılarız ve cemaatte genelde birçok tanıdığım kimse olur. Dedem gibi yaşlılığında olduğu gibi gençliğinde de uysal ve ağırbaşlı olanlar da vardır, bir arkadaşım gibi hayatın tadını çıkarmak isteyenler de. 1400 sene evvel dünyayı teşrif etmiş bir kimsenin öğrettiklerini takip eder ikisi de. Bizden evvel bu camide namaz kılmış olup ahirete yolculuk edenler de ederdi. Ne onların bizden haberi oldu, ne de bizim onlardan haberimiz var. Tıpkı geçen akşamların birinde, evimizin karşısındaki binaya giderken yolda gördüğüm ve arkasından ne ilginç bir yürüyüşü var dediğim çocuğun, birisinin arkasından bakıp böyle dediğinden haberi olmaması gibi. Ya da siz öfkeli bir şekilde giderken evinin balkonunda oturan bir insanın size bakıp ''ne gülünç bir yüzü var'' deme ihtimalinin olması gibi. Kim bilir, belki de bu olmuştur. Bunlardan haberiniz olduğunu düşünsenize. Sanki bunlarda yaşamın o ilginç tözüne dair bir şeyler var.

Hutbenin sonlarına doğru imam yeni yapılan camimiz için destek talep ediyor. İmamın o durgun, uyuşuk ama sevimli; tombul bir insanda olabilecek yüz ifadesi insanın içini sevgiyle dolduruyor. Camiden çıkıyoruz, bir çingene Suriyeli olduğuna dair bir şeyler söylüyor. ''Suriye vallah faqire abe'' gibi şeyler. Aksanının ve yüzünün bir Arap ile hiçbir alakası yok ama usta bir yalancı olduğu görülüyor. Pardösü giymiş ve örtüsünü Suriyeli hanımlar gibi bağlamış (evet bizden farklı bağlarlar). Birkaç kişi para atıyor. Evlerimize doğru yürüyoruz.

Şam şehri geliyor aklıma. Halep bir de. Halep kuzeyde olduğu için Anadolu kültürüne yakın bir şehirmiş. Üstelik birçok Türk aile varmış orada. 20. yüzyılda değil de Binbir Gece Masalları'nın yazıldığı zamanlarda dünyaya gelmiş biri olmayı düşünüyor insan. O zamanın Şam'ını, Bağdat'ını, İsfahan'ını, İstanbul'unu; İstanbul'umuzu hayal ediyor. Sanki yaşamın tözü oralarda kalmış da bize gelmemiş. Sanki insan hayata dair çoğu ilginçliği orada yitirmiş. Günümüzde bilginin bu kadar kolay elde edilişi gizemi yok ediyor. Bunun yararlarının zararlarından daha fazla olduğu kesin. Bu konuda tartışmayacağım tabi. Ama o zamanlarda ne de çok bilinmeyen vardı değil mi? Belki de Sendibad'ın 4. Seyahatini anlatan masalın gerçek olabilme ihtimali de bunlardan biriydi. O masalın kahramanı olmak ne ilginç olurdu.

Masallar eskidir ya hani, işte bu eskilikten dolayı masaldan sonra akla başka bir eski şey olan yaşlı insanlar geliyor. Köyümüzde iken akrabamız olan 90'lı yaşlarda bir ninenin ''eskiden gâvur dışarıda idi, şimdi gâvur Türk'ün içinde'' deyişi gibi şeyler. İsmet Özel'in Türklük tanımı geliyor akla. İsmet Özel bu dünyadan göçecek olsa ne kadar da üzülürüm düşüncesi geliyor. Hemen ardından insan İsmet Özel ile arasındaki ünsiyetin nereden peyda olduğunu düşündükçe karşısına yine o töz çıkıyor. Neden bir adamın söyledikleri onu kendisine yakın hissettiriyor ki? Bilgi çağında yaşamamıza rağmen hâlâ bilmediğimiz şeylerin olması heyecan verici.

''Sahi ya, ağızdan çıkanlar yalnızca ses dalgaları değil mi; somut varlıklara manevî niteliği yükleyen şey de nedir; maddî alemde oldukça tesirsizken mânevî alemde neden böyle güçlüler'' gibi bilinmeyenler yaşamın o ilginç tözü denilen şey olabilir mi? Bilemiyoruz siz ne düşünürsünüz fakat bizce değil. Her bilinmeyenin ilginç olduğu söylenemez. Bazen insan bilmediğinden korkarmış. Öyleyse bu değil. Ne öyleyse?

Kesin bir cevap verilemez, sanıyorum ki bu kişiye göre değişen bir olgu. Bu yazıyı kaleme alan kişi olarak kendi açımdan bakacak olursam şöyle diyebilirim; bir kitapta "bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor'' cümlesi geçiyordu. Benzer bir düşünce içindeyim fakat bu cümleden çıkarılabilecek olan hayalperest, idealist belki de şairsi/romantik bakış açısına sahip değilim. Çünkü bunların sadece bir araç olabileceği kanaatindeyim. Dolayısıyla bunlar ile hayatını devam ettirmek, hayatı ilginç kılan şeyin bunlar olduğuna inanmak hayatı israf etmek gibi geliyor. Bilinmeyenlerin artması tecrübe edilecek hislerin de artması demektir. Bu durumda kendi veciz cümlemi oluşturacak olsam şöyle olurdu: ''Yepyeni bir hissi tecrübe etme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor''. Belirtmek istiyorum ki bence hayatı ilginçleştiren şey bu olsa da hayatın amacı bu değil. Aslında oldukça girift şey şu hayat.

Bazen bu şekilde bir sayfa boyunca bir şeyler yazdıktan sonra durup ''ne saçmalıyorum?'' diyorum. Düşünce soframa teşrif ettiniz, teşekkür ederim, vesselam.