Hysterica passio! Down, thou climbing sorrow. Thy element’s below.
...
Çıktılar. Büyük bulvarlara geldiler. Burada sıkışan kalabalık, yalnız zenginlerden oluşmuş gibiydi; herkes kendinden emin, başkalarına ilgisiz; ama kaygılı görünüyordu.
“Mutluluğun görüntüsü mü bu?” diye sordu. Bernard, yüreğinin gözyaşlarıyla dolduğunu duydu.
...
Güneş ışıklarının asla erişemediği bir uçurumun dibinde yatan birine bakar gibi baktım ona.
...
Rüzgâr kesildi, bir resmin içinde gibiydiler.
A. HARUN
Alyoşa'da hep o söyleneni duymayan hal vardı.
15 Ocak 2020 Çarşamba
22 Aralık 2019 Pazar
Flamenko ve çalakalem birkaç satır
“Bravo... Harika! Ahaha, mükemmel!” ve ayakta patlatılan birkaç alkış. Önümdeki kadının bence kupkuru, ahenksiz, gürültü sayılabilecek hatta insanların yapma beğenileri yüzünden iğrençleşen birkaç piyano bestesinden sonraki tepkileri bunlardı işte. Yanındakilerin onaylar sözleri, kafa sallamaları. “Evet, gerçekten de! Çok güzel!” demeleri. Sunucunun okuduğu abartılı, samimiyetsiz hatta sefil metin. Hayatı anlatılan kadının bizlere karşı okunan mektuplarındaki kepazece yalanları. Araya giren bir başka ruhsuz beste. Clara Schumann’ın “tanrısal vasıflarla bezeli” bir dostu hakkındaki ağdalı süslü zırvalarını dinlemeye devam etmemiz, bin sekiz yüz bilmem kaçta verdiği bir konserinde dinleyicilerin o beş para etmez bestelerinden biri için güya hayranlıkla fısıldaşmaları, o dönem o para ettiği için mektuplarının sonuna dek namuslu kadın numaraları çekmesi ancak eşi yatalak hasta olmaya görsün eve başka erkek almakta beis görmemesi, önümdeki beyaz türk tabir edilebilecek taifeden kadınların yavan esprilere ahhaha diye sesli gülmesi... Allah’ım her şeyden romantik dönem metinlerinin dayanılmaz yapmacıklığı akıyor. İnsan nasıl cinnet geçirir anlar gibi oluyorum.
Görüldüğü gibi piyano konserinden beklediğimi bulamadığım meydanda. Fakat hiç değilse şu yapmacıklık olmayaydı ah. Sadece kötü olsaydı, sadece bir halt anlamasaydım, hiçbir tad almasaydım belki yine kendimde arardım sorunu ancak insanların sağduyuyu aptal yerine koyarcasına, sanki hiç iyi bir piyano bestesi dinlememişizcesine takındıkları şu mestâne tavırlar olmayaydı. En çok kızdığım şeylerden biri de şu yapmacıklık olmuştur. Hele ki şu berbat besteleri beğenince yüce, zevkleri inceltilmiş bir sınıfa mensup olacağını sanıyorsa insanlar. Beğendiklerine kendilerini inandırmaya çalışıyorlarsa. “Bu derin bilgeliği kavrayarak kendi değerlerini ortaya koyuyorlarsa”. İşte bu zaman tuhaf bir öfke, tuhaf bir nefret kaplıyor kalbimin üzerini ve şöyle bağırmak istiyorum: hayır Allah’ın cezası hayır. Hayır, hayır güzel değil, hayır rol yaptığın gibi değil. Ne sen beş para edersin ne bu besteler. Hayır Allah’ın cezası, hayır.
...
Biraz sakinleşeyim. Birkaç derin nefes alayım... Evet, evet... Aslına bakarsanız ne tavırlarına dayanamadığım sunucudan ne dinleyicilerden ne de Clara Schumann’dan nefret ediyorum. Hiçbiriyle bir sorunum yok, sırf insan oldukları için hepsini gizli bir sevgiyle seviyorum aslında ama bazen oluyor böyle işte. Duygularının dizginlerini elden bırakıyor insan. Gerçekte ne onlara kötü bir şey olmasını isterim, ne kendimi üstün görürüm ne onları alçak. Tek diyebileceğim şu olur ki Türkiye’de birbiriyle yaşamak zorunda olan iki ayrı milletiz. Diğerleri bu iki uç arasında gidip gelen ara tonlardan ibaret ne yazık ki. Bir arkadaşım söylemişti bunu bana da.
Dün akşam çok daha güzeldi oysa. Hiç böylesi düşüncelere kapılmamıştım. Flamenko dinlemiştik. Piyanoya karşın bir hoşnutsuzluğum yok ama Avrupa kültüründen en sevdiğim şey flamenkodur belki de. Niçin acaba? Küçükken zor bela para bulup gittiğimiz atari salonundaki dövüş oyununda çok karizmatik bir İspanyol karakter olmasından dolayı mı sevmiştim İspanya’yı ve yanık sesli flamenko şarkıcılarını? Yoksa Simyacı’daki çobanın İspanyol olmasından mı? Yoksa Endülüs’ten dolayı mı? Heyecanı sevdiğimden ve San Fermin festivalinin İspanya’da olması yüzünden mi? Yoksa bu saçma sapan nedenlerin hiçbirinden dolayı değil mi? Yüksek ihtimal. Zaten nedenin ne önemi var, ben başka bir şey diyecektim.
Gitar ülkemizde biraz ergen enstrümanı olsa da dediğim gibi flamenko gitarını çok sevmişimdir. Sanki konservatuvar mezunuymuşum gibi şu hikmeti savurduğum çok olmuştur: “İspanyol gitarının ayrı bir tarzı var”. Müzik uzmanı değilim ama zevkimce flamenko gitarında insanın dönüp dolaşıp geldiği ruh halini andıran bir tını olduğunu düşünmüşümdür. Kanaatimce insanın etrafında döndüğü duygu durumu yalnızlık ve bu tarz müzikte de onu yansıtan bir parça var. Ağır ritimli olanlardan bahsediyorum yani. Ney gibi, keman gibi kedere hüzne gark etmiyor ve aşırılığa itecek bir coşku da barındırmıyor. Yalnızlığın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum, iyi bir şey olduğunu da. Değişir. Hatta bazen gerekli olduğu dahi söylenebilir. Flamenko da böyle ortada bir şey. Hüzün de barındırıyor içinde sevinç de. Ve bu ikisini bir arada bulundurması bana yalnızlığı hatırlatıyor. Hayat gibi. İnsanların uğraştıkları her meşgale, zihinlerindeki her düşünce onları yalnızlık hissinden uzaklaştırıyor. Meslekler, aile, vatan, eğitim, para, eğlence, öfke, mücadele ve işte daha her ne ise. Olumlu veya olumsuz meşgul olduğumuz ölçüde geriye itiliyor yalnızlık hissi. Arada bir kendini hissettiriyor, her şeyi bir kenara bırakıp ona döndüğümüzde. Hapishaneye düştüğümüzde, yastığa başımızı koyduğumuzda, internet paketimiz bittiğinde. Ve sanırım insan olmakla eş değer bir özellik, klasik mantık tabiriyle ifade edecek olursak bir fasl-ı karîb. İnsan, yalnız olandır gibi. Flamenko da böyle. Ortada bir şey. İnsan gibi. Yalnızlık gibi. Ya da sadece ben öyle sanıyorum.
Bilmezem Hâlık ne topraktan yaratmıştır beni
Talihim’ bilmez müneccim illetim’ bilmez tabib
Görüldüğü gibi piyano konserinden beklediğimi bulamadığım meydanda. Fakat hiç değilse şu yapmacıklık olmayaydı ah. Sadece kötü olsaydı, sadece bir halt anlamasaydım, hiçbir tad almasaydım belki yine kendimde arardım sorunu ancak insanların sağduyuyu aptal yerine koyarcasına, sanki hiç iyi bir piyano bestesi dinlememişizcesine takındıkları şu mestâne tavırlar olmayaydı. En çok kızdığım şeylerden biri de şu yapmacıklık olmuştur. Hele ki şu berbat besteleri beğenince yüce, zevkleri inceltilmiş bir sınıfa mensup olacağını sanıyorsa insanlar. Beğendiklerine kendilerini inandırmaya çalışıyorlarsa. “Bu derin bilgeliği kavrayarak kendi değerlerini ortaya koyuyorlarsa”. İşte bu zaman tuhaf bir öfke, tuhaf bir nefret kaplıyor kalbimin üzerini ve şöyle bağırmak istiyorum: hayır Allah’ın cezası hayır. Hayır, hayır güzel değil, hayır rol yaptığın gibi değil. Ne sen beş para edersin ne bu besteler. Hayır Allah’ın cezası, hayır.
...
Biraz sakinleşeyim. Birkaç derin nefes alayım... Evet, evet... Aslına bakarsanız ne tavırlarına dayanamadığım sunucudan ne dinleyicilerden ne de Clara Schumann’dan nefret ediyorum. Hiçbiriyle bir sorunum yok, sırf insan oldukları için hepsini gizli bir sevgiyle seviyorum aslında ama bazen oluyor böyle işte. Duygularının dizginlerini elden bırakıyor insan. Gerçekte ne onlara kötü bir şey olmasını isterim, ne kendimi üstün görürüm ne onları alçak. Tek diyebileceğim şu olur ki Türkiye’de birbiriyle yaşamak zorunda olan iki ayrı milletiz. Diğerleri bu iki uç arasında gidip gelen ara tonlardan ibaret ne yazık ki. Bir arkadaşım söylemişti bunu bana da.
Dün akşam çok daha güzeldi oysa. Hiç böylesi düşüncelere kapılmamıştım. Flamenko dinlemiştik. Piyanoya karşın bir hoşnutsuzluğum yok ama Avrupa kültüründen en sevdiğim şey flamenkodur belki de. Niçin acaba? Küçükken zor bela para bulup gittiğimiz atari salonundaki dövüş oyununda çok karizmatik bir İspanyol karakter olmasından dolayı mı sevmiştim İspanya’yı ve yanık sesli flamenko şarkıcılarını? Yoksa Simyacı’daki çobanın İspanyol olmasından mı? Yoksa Endülüs’ten dolayı mı? Heyecanı sevdiğimden ve San Fermin festivalinin İspanya’da olması yüzünden mi? Yoksa bu saçma sapan nedenlerin hiçbirinden dolayı değil mi? Yüksek ihtimal. Zaten nedenin ne önemi var, ben başka bir şey diyecektim.
Gitar ülkemizde biraz ergen enstrümanı olsa da dediğim gibi flamenko gitarını çok sevmişimdir. Sanki konservatuvar mezunuymuşum gibi şu hikmeti savurduğum çok olmuştur: “İspanyol gitarının ayrı bir tarzı var”. Müzik uzmanı değilim ama zevkimce flamenko gitarında insanın dönüp dolaşıp geldiği ruh halini andıran bir tını olduğunu düşünmüşümdür. Kanaatimce insanın etrafında döndüğü duygu durumu yalnızlık ve bu tarz müzikte de onu yansıtan bir parça var. Ağır ritimli olanlardan bahsediyorum yani. Ney gibi, keman gibi kedere hüzne gark etmiyor ve aşırılığa itecek bir coşku da barındırmıyor. Yalnızlığın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum, iyi bir şey olduğunu da. Değişir. Hatta bazen gerekli olduğu dahi söylenebilir. Flamenko da böyle ortada bir şey. Hüzün de barındırıyor içinde sevinç de. Ve bu ikisini bir arada bulundurması bana yalnızlığı hatırlatıyor. Hayat gibi. İnsanların uğraştıkları her meşgale, zihinlerindeki her düşünce onları yalnızlık hissinden uzaklaştırıyor. Meslekler, aile, vatan, eğitim, para, eğlence, öfke, mücadele ve işte daha her ne ise. Olumlu veya olumsuz meşgul olduğumuz ölçüde geriye itiliyor yalnızlık hissi. Arada bir kendini hissettiriyor, her şeyi bir kenara bırakıp ona döndüğümüzde. Hapishaneye düştüğümüzde, yastığa başımızı koyduğumuzda, internet paketimiz bittiğinde. Ve sanırım insan olmakla eş değer bir özellik, klasik mantık tabiriyle ifade edecek olursak bir fasl-ı karîb. İnsan, yalnız olandır gibi. Flamenko da böyle. Ortada bir şey. İnsan gibi. Yalnızlık gibi. Ya da sadece ben öyle sanıyorum.
Bilmezem Hâlık ne topraktan yaratmıştır beni
Talihim’ bilmez müneccim illetim’ bilmez tabib
21 Ekim 2019 Pazartesi
Yalnızlar tekkesi
“Call me Ishmael.”
diye başlamak istiyorum bu yazıya. Çünkü artık bıkkınlık gelmiştir ve ümidimin azaldığı bir dönemin içindeyimdir.
Bu cümle Moby Dick’in ilk cümlesi. Neden duygu durumumla bu cümleyi özdeşleştirdiğim sorulacak olursa açıklayayım. Geçen sene olsa gerek bir güzel dost hediye etmişti bu kitabı. Ancak hani derler ya makus talih diye, işte birçok kitabın makus talihi gibi onunki de ona yar olmamıştı. Sonra okurum diye bir kenara bırakmıştım. Bu durum için kim olduğunu şu an hatırlayamadığım birisi her kitabın bir kaderi vardır, durduğu yerde okunmayı bekler. Belki de eline aldığın anda daha ehilsindir onu okumaya demişti. Kenarda bekleyen kitapların talihi makus mudur değil midir tartışmaya açık ama ben nedendir bilinmez bir sene kadar sonra elime alayım dedim ve tam da o esnada yanımdaki yabancı arkadaş, o elinde tuttuğun benim en sevdiğim kitap, ilk sayfasını ezbere biliyorum dedi. Kur’an hafızı, hadis hafızı olması gibi Moby Dick hafızı çıktı yani adam. Bana ilk cümlenin anlamını bilip bilmediğimi sordu. Hayır dedim, anlatmaya başladı. Eski Ahit’teki anlatıya binaen Yahudi ve Hıristiyan inanışında Hz. İbrahim tarafından Allah’a kurban edilmek üzere boynunu bıçağın altına yatıran oğul Hz. İshak imiş, Hz. İsmail değil. Malumdur ki bu husus müslümanlar ve kitap ehli arasında tartışmalıdır. İşte aradaki bu çekişmeden olsa gerek İsmail demek öteki demektir, o diyara ters düşen, inançlara uymayan, pek sevilmeyen demektir Hıristiyan ve bilhassa Yahudi inancına yani günümüz Batısına miras kalan bilinçaltına göre. Aslında hangi oğulun kurban olduğu yönünde bir ihtilaf olduğunu biliyordum ama İsmail’in böyle bir çağrışımının olduğunu bilmiyordum. Bir yerlerde böyle hissetmiş olacağım ki İsmail denince ağzı acıtan o tadı üzerime alasım geldi. Böyle başlamak istedim bu yazıya, bu açık mektuba. Call me Ishmael.
Aman ne acıklı dedi sanki biri. Bence de hiç acıklı değil. Sadece ümidimin azaldığını düşünüyorum. Neye karşı ne ümidi derseniz, boşverin derim. Açık mektuba başlamadan önce aklımda bir düşünce vardı, hala da var: mektuptan daha önemli işler yapmam gerektiği. Çünkü “saçlarından yakalayamıyorsun zamanı”. Fakat bu düşüncenin doğruluğuna karşı çok cüretkarım son zamanlarda. Lineer düşünmeye meyilli olduğumu fark ettim, düz bir çizgiyi devam ettirir gibi olmalı sanki hayat. Sapmamalı patikadan, dikkat dağıtıcılar engellenmeli. Böyle düşünüyorum ama küçük bir su akıntısının bulanması gibi bu düşünceyi bulandıran bir soru doğuyor içime, nereye gitmem gerekiyor ki Allah aşkına? Nereye? Nereye? İşte bu meçhul. Ön yazının mektubun kendisinden uzun olmasıysa garip.
———
diye başlamak istiyorum bu yazıya. Çünkü artık bıkkınlık gelmiştir ve ümidimin azaldığı bir dönemin içindeyimdir.
Bu cümle Moby Dick’in ilk cümlesi. Neden duygu durumumla bu cümleyi özdeşleştirdiğim sorulacak olursa açıklayayım. Geçen sene olsa gerek bir güzel dost hediye etmişti bu kitabı. Ancak hani derler ya makus talih diye, işte birçok kitabın makus talihi gibi onunki de ona yar olmamıştı. Sonra okurum diye bir kenara bırakmıştım. Bu durum için kim olduğunu şu an hatırlayamadığım birisi her kitabın bir kaderi vardır, durduğu yerde okunmayı bekler. Belki de eline aldığın anda daha ehilsindir onu okumaya demişti. Kenarda bekleyen kitapların talihi makus mudur değil midir tartışmaya açık ama ben nedendir bilinmez bir sene kadar sonra elime alayım dedim ve tam da o esnada yanımdaki yabancı arkadaş, o elinde tuttuğun benim en sevdiğim kitap, ilk sayfasını ezbere biliyorum dedi. Kur’an hafızı, hadis hafızı olması gibi Moby Dick hafızı çıktı yani adam. Bana ilk cümlenin anlamını bilip bilmediğimi sordu. Hayır dedim, anlatmaya başladı. Eski Ahit’teki anlatıya binaen Yahudi ve Hıristiyan inanışında Hz. İbrahim tarafından Allah’a kurban edilmek üzere boynunu bıçağın altına yatıran oğul Hz. İshak imiş, Hz. İsmail değil. Malumdur ki bu husus müslümanlar ve kitap ehli arasında tartışmalıdır. İşte aradaki bu çekişmeden olsa gerek İsmail demek öteki demektir, o diyara ters düşen, inançlara uymayan, pek sevilmeyen demektir Hıristiyan ve bilhassa Yahudi inancına yani günümüz Batısına miras kalan bilinçaltına göre. Aslında hangi oğulun kurban olduğu yönünde bir ihtilaf olduğunu biliyordum ama İsmail’in böyle bir çağrışımının olduğunu bilmiyordum. Bir yerlerde böyle hissetmiş olacağım ki İsmail denince ağzı acıtan o tadı üzerime alasım geldi. Böyle başlamak istedim bu yazıya, bu açık mektuba. Call me Ishmael.
Aman ne acıklı dedi sanki biri. Bence de hiç acıklı değil. Sadece ümidimin azaldığını düşünüyorum. Neye karşı ne ümidi derseniz, boşverin derim. Açık mektuba başlamadan önce aklımda bir düşünce vardı, hala da var: mektuptan daha önemli işler yapmam gerektiği. Çünkü “saçlarından yakalayamıyorsun zamanı”. Fakat bu düşüncenin doğruluğuna karşı çok cüretkarım son zamanlarda. Lineer düşünmeye meyilli olduğumu fark ettim, düz bir çizgiyi devam ettirir gibi olmalı sanki hayat. Sapmamalı patikadan, dikkat dağıtıcılar engellenmeli. Böyle düşünüyorum ama küçük bir su akıntısının bulanması gibi bu düşünceyi bulandıran bir soru doğuyor içime, nereye gitmem gerekiyor ki Allah aşkına? Nereye? Nereye? İşte bu meçhul. Ön yazının mektubun kendisinden uzun olmasıysa garip.
———
23 Safer 1441
21 Ekim 2019
Adressiz alıcı, bilmeni isterim ki iki arkadaşla geç vakte dek oturduk bu akşam. Şöyle veya böyle ortak noktaları olan birbirimizin çevresini az çok tanıyan arkadaşlardık. Uzun uzun içini döktü içimizden birisi, uzun uzun dinledik biz de onu. Şeb-i yeldada fecre kadar uzar kıssa-i aşk demiş Yahya Kemal, o kabilden kendisinden ayrılmak zorunda kaldığı şahsın ona çektirdikleriyle alakalı bir sürü dertten kederden dem vurdu. İçini dökerken şahsımın da zikrinin geçtiği dedikodulardan bahsetti. Tuhafıma gitti. Bir günahtan uzak durmanın riyası olmaz herhalde diye düşünerek belirteyim ki tuhafıma gitti çünkü çok yabancısı olduğum bir eylem. O şöyle yapmış bu böyle etmiş şunlara şöyle olmuş vesaire vesaire vesaire... Niye dedikodu eder ki bir insan diye soruyorum bazen kendime. Sonra diyorum ki açtır köpek ister ki yemek sohbeti olsun. Bundandır diyorum. Üzerine alınma, konuşmayı çok seven verb-o-maniac'lere hitap ediyorum. Kendini başkasından dinlemek de ilginç bir his.
Bu dedikodular ne ara döndü diye düşünürken ne kadar uzak kaldığımı fark ediyorum. Onlara nisbeten ne kadar kendi halinde sayılabileceğimi, ne kadar tecrit edilmiş olduğumu. Bir an için hayat denen şölenin dışında kalmış bütün aksiyonu kaçırmış gibi hissetse de insan umursamazlık örtüyor o saçma durumun üzerini. Ama umursamamayı tamamen becerebiliyor değil ki bu satırları yazıyor. Belli ki etkilenmiş bu akşamdan. Şöyle düşünüyor, yalnızlık ölüme karşı alıştırmalar yapmaktır. Ve belki bu adressiz mektubun alıcısı da kendi gibi berzahtadır. Sonu nihayeti gelip bitmez düşüncelerini paylaşmak, yarım konuşmalarını tamamlamak için cesarete, inadını kırmaya ihtiyacı vardır.
Yine bilmeni isterim ki mektubu rüzgara bıraksam da cevap almaya karşı hayati bir ihtiyacım yok. Dinlemek ve dinlenmek isterdim ama yine de ısrar edicek değilim, her zaman olduğu gibi. Yûnus demiş ki çeşmelerden bardağın’ doldurmadın korısan / bin yıl anda durursa kendi dolası değil. Herkes bu aleme ölmek için gelirmiş, bir çeşmeden sular nasıl akıp gidiyorsa öyle akıp gidiyor hayat. Bardak kendi dolmayacaktıysa denemeye değer diye düşündüm. Ancak yine de benim bileceğim iş değil.
21 Ekim 2019
Adressiz alıcı, bilmeni isterim ki iki arkadaşla geç vakte dek oturduk bu akşam. Şöyle veya böyle ortak noktaları olan birbirimizin çevresini az çok tanıyan arkadaşlardık. Uzun uzun içini döktü içimizden birisi, uzun uzun dinledik biz de onu. Şeb-i yeldada fecre kadar uzar kıssa-i aşk demiş Yahya Kemal, o kabilden kendisinden ayrılmak zorunda kaldığı şahsın ona çektirdikleriyle alakalı bir sürü dertten kederden dem vurdu. İçini dökerken şahsımın da zikrinin geçtiği dedikodulardan bahsetti. Tuhafıma gitti. Bir günahtan uzak durmanın riyası olmaz herhalde diye düşünerek belirteyim ki tuhafıma gitti çünkü çok yabancısı olduğum bir eylem. O şöyle yapmış bu böyle etmiş şunlara şöyle olmuş vesaire vesaire vesaire... Niye dedikodu eder ki bir insan diye soruyorum bazen kendime. Sonra diyorum ki açtır köpek ister ki yemek sohbeti olsun. Bundandır diyorum. Üzerine alınma, konuşmayı çok seven verb-o-maniac'lere hitap ediyorum. Kendini başkasından dinlemek de ilginç bir his.
Bu dedikodular ne ara döndü diye düşünürken ne kadar uzak kaldığımı fark ediyorum. Onlara nisbeten ne kadar kendi halinde sayılabileceğimi, ne kadar tecrit edilmiş olduğumu. Bir an için hayat denen şölenin dışında kalmış bütün aksiyonu kaçırmış gibi hissetse de insan umursamazlık örtüyor o saçma durumun üzerini. Ama umursamamayı tamamen becerebiliyor değil ki bu satırları yazıyor. Belli ki etkilenmiş bu akşamdan. Şöyle düşünüyor, yalnızlık ölüme karşı alıştırmalar yapmaktır. Ve belki bu adressiz mektubun alıcısı da kendi gibi berzahtadır. Sonu nihayeti gelip bitmez düşüncelerini paylaşmak, yarım konuşmalarını tamamlamak için cesarete, inadını kırmaya ihtiyacı vardır.
Yine bilmeni isterim ki mektubu rüzgara bıraksam da cevap almaya karşı hayati bir ihtiyacım yok. Dinlemek ve dinlenmek isterdim ama yine de ısrar edicek değilim, her zaman olduğu gibi. Yûnus demiş ki çeşmelerden bardağın’ doldurmadın korısan / bin yıl anda durursa kendi dolası değil. Herkes bu aleme ölmek için gelirmiş, bir çeşmeden sular nasıl akıp gidiyorsa öyle akıp gidiyor hayat. Bardak kendi dolmayacaktıysa denemeye değer diye düşündüm. Ancak yine de benim bileceğim iş değil.
12 Eylül 2019 Perşembe
Bir akşam
Ne soğuk ne sıcak, insanın kolunu serin esintilerle okşayan bir akşam. Hiç tanımadığım birinin evinde misafirim. Mario. İstediğin gibi takılabilirsin bahçede demişti, bahçedeyim o yüzden ben de. Gökte ay daha tam değil, ayın henüz on ikisi olsa gerek. Asmalar var, güller, biraz boy almış servi fidanları, bir nar ağacı, çeşitli süs bitkileri, başka çiçekler... Güzel bahçe. Biraz gölgeliği eksik ama hoş, geceleyin ona da ihtiyaç yok. Bitkilerden başka bir salıncak, masalar, sandalyeleri, bir çocuk bisikleti ve scooter. İki oğlu olduğunu söylemişti. Acaba isimleri ne? Acaba Mario’nun oğlu olmak nasıl hissettiriyor?
Oturduğum iskemleden kah sokağa yüksekten bir bakış atıyorum (bomboş), kah göğe bakıyorum, kah odamın kapısına. Bir yandan da düşünüyorum ki insanın yaşı arttıkça affetme yeteneği azalıyor sanki. Alınmış olduğu bir şey onu daha çok yaralıyor. Arkadaştan eşten dosttan daha çabuk soğuyabiliyor. Halbuki mantıken affetme yeteneğinin artması gerekir diye düşünüyorum. Ama galiba öyle olmuyor umumiyetle. İlginç ve yorucu.
Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav.
Oturduğum iskemleden kah sokağa yüksekten bir bakış atıyorum (bomboş), kah göğe bakıyorum, kah odamın kapısına. Bir yandan da düşünüyorum ki insanın yaşı arttıkça affetme yeteneği azalıyor sanki. Alınmış olduğu bir şey onu daha çok yaralıyor. Arkadaştan eşten dosttan daha çabuk soğuyabiliyor. Halbuki mantıken affetme yeteneğinin artması gerekir diye düşünüyorum. Ama galiba öyle olmuyor umumiyetle. İlginç ve yorucu.
Sen kötülüğü en güzel bir şekilde sav.
21 Ağustos 2019 Çarşamba
887821393724. gün
Sence de rüyalar ve internet birbirine benzemiyor mu? Her ikisi de bastırılmış zihinlerin gittiği yerler.
——
-Acaba o geçit alayı nereye gidiyordu?
+Yüksek ihtimalle, dönüşsüz bir yere.
Güvenli sığınakları teknolojinin tehdidi altında olduğundan... rüyalar dehşete düşürülmüş halde. Gayr-ı insanî bir teknoloji dünyasında, geriye kalan tek insanî mabeddir o. Bir rüya yani. O geçit alayı rüyalarından istemleri dışında kovalanan mültecilerle dolu.
Travma kelimesi Yunanca yara manasına gelir, oradan gelir. Bu kelime başka dillere de geçmiştir. Mesela rüyanın Almancası “traum”dur. Rüyalar yaradır.
(Bu yazdıklarım Paprika’dan)
I want to go back to our college days, back to when we used to talk about our futures.
(Bu yazdığım da. Hani 2 sene öncesine, fakülte yıllarına dönmek gibi bir arzuda olduğumdan değil ama konuşma kısmı hariç. Konuşmak güzel olabilirdi. Muhatabım olsa konuşmayı isterdim. Epey vakit geçmiş)
2 Temmuz 2019 Salı
Gecenin sonuna yolculuk ya da into the oblivion
29 Şevval 1440
2 Temmuz 2019
Hayatımın şimdiye dekki en bilinçli dönemindeyim herhalde, etrafımda ne olup bittiğinin en farkında olduğum dönemden bahsediyorum yani. Hala bilmediğim ve bilebileceğimi düşünmediğim birçok mesele var ama en azından anlamsız, kafamda nereye yerleştireceğimi bilemediğim meseleler değiller artık. İnsan nedir, aile nedir, bir düşünce nedir gibi sorular. Çoğu kimsenin uzun zamandır cevabını aradığı (bir o kadar kişinin de aramadığı) sorular. Bunlar biraz daha oturmuş gibiler içerimde. Galiba yaşla ilgili bir durum. Hayat ilerliyor ve bir şeyler öğreniyoruz.
Hayat ilerliyor hem de öyle bir hızla ki geçen gün hayatımın çok özel bir gecesinin içinde olduğumu fark ettim. Ömrümde ilk defa iş için sabahlamıştım. Çalışmıştık, çalışmıştık... Arada bir dışarı çıkalım demiş plazanın açık alanına geçmiştik. Sigara içmiyorduk o yüzden sade hava solumuştuk. Sonra gece biter gibi olmuştu, sabaha karşı taksiye binmiştim. Taksici mesleğimi sormuştu, avukatım demiştim, tahmin etmiştim demişti. Bir dakika... bir dakika... tahmin etmiştim derken?
Böyle demiş olmam gerekirdi o an yaşadıklarımı düşününce. Duvara çarpmış gibiydim. Artık ben de mi bir avukattım, ben de mi iş için sabahlamış insanlardandım. Metrodaki karınca ordusunda bir çift ayak olmak, öğle yemeklerini franchising zincirlerinde geçirmek yetmezmiş gibi bir de sabahlamıştım yani. İyi de hangi ara gelmiştim bu noktaya?
Bazen bu üst paragraftaki düşüncelerimi eleştiriye tutunca ne kadar da kibirlisin diyesim geliyor kendime. Metrodaki yüzlerce, binlerce insandan farklı olduğumu, biricik olduğumu düşünüyorum belli ki. Bu yüzden bir karınca ordusu ritminde hareket etmek zoruma gidiyor. Franchising zincirlerinin birbirine benzemesi, çıkan yemeklerin birbirine benzemesi, herkesin aynı yerleri tercih etmesi sıradan olduğumu daha da hissettiriyor diye zoruma gidiyor. Belli çerçevelerin dışına taşmak istiyorum ama zaman geçiyor ve sıradanlık her yerimi sarmalamakta. Binlerce yıldır olduğu gibi beni de sarmaşık gibi çevirmiş sıradan olmak ve kıvrandıkça kıvranmaktayım kurtulmak için. Sıradan olmaktan neden hoşlanmadığımsa... çok başka bir mesele. Bir insan neden sıradan olmaktan hoşlanmaz? Bence gecenin sonuna yolculuk ettiğini düşündüğü için. Nereye gittiğinden emin olmadığı için. Zaman ayaklarından tutup sürüklerken içgüdüsel bir şekilde yerde tırnak izlerini bırakmak istediği için. Taksicinin söylediği söz neden beni hüzünlendirdi ki? Çünkü zamanın ayaklarımdan tutup ne kadar da çok sürüklediğini fark ettiğim için.
Zaman en iyi öğretmendir ancak bütün öğrencilerini öldürür demiş birisi. Bunu babamla beraber bir şey izlerken duymuştum, birbirimize bakmıştık sonrasında.
Uzun zamandır yaşadığım yetişkinlik travması beni hayallerimden, ümitlerimden vazgeçirtmez umarım. Çünkü onların güzel olduğunu düşünüyorum... Hayat hakkında büyük bir önermede, kanaatte bulunmaktan imtina ediyorum çünkü insanın hayata dair aslında ne az şey bildiğini hissediyorum. Yine de şu duayı etmek istiyorum: umarım dünyanın beni değiştireceğini, bunun kaçınılmazlığını kabul edenlerden olmam. Bu duanın bile yanlış olduğunu düşüneceğim belki ileride ama zannetmiyorum, şüphecilik etmek istemiyorum. Allah’ım sen eşyanın hakikatine açtır gözümüzü.
Seslerle insanları, mekanları, anıları özleştiriyor insan ve ben de öyle biriyim. Sabahlamamla ilgili nedense aklımda bir şarkı var hep, sözlerinden bir kısmı şöyle:
If I get old, I will not give in
But if I do, remind me of this
Remind me that once I was free
Once I was cool, once I was me
And if I sit down and cross my arms
Hold me up to this song
Knock me out, smash out my brains
But if I do, remind me of this
Remind me that once I was free
Once I was cool, once I was me
And if I sit down and cross my arms
Hold me up to this song
Knock me out, smash out my brains
If I take a chair, and start to talk s—t
(Eğer yaşlanırsam, teslim olmayacağım
Ama eğer olursam, bana bunu hatırlat
Bir zamanlar özgür olduğumu hatırlat
Bir zamanlar havalı olduğumu, kendim olduğumu
Ve eğer oturur da kollarımı bağlarsam
Beni bu şarkıya sar
Yere yık ve beynimi dağıt
Eğer bir sandalye çeker de saçma sapan konuşmaya başlarsam)
Allah’ım sen tüm tekebbürümüzü al üzerimizden.
31 Mayıs 2019 Cuma
8825.
H.'ye hayret elverdi.
Sanki bir balıkçı mütevazı sandalıyla denize açılmış, istediği akşam evine dönmek. Ama öyle işler gelmiş ki başına, beşik gibi sallanmış dalgalar arasında, çıkmış batmış, sandal parçalanmış kara artık görünmez olmuş, ne yapsın? Tutunduğu tahta parçası üzerinde geçen birkaç on saatten sonra eminim ki normalin artık bu olduğuna kanaat getirmiştir.
Issız bir adaya düşmek gibi uzun süreli yalnız kalan insanların en çok konuşmayı özlediğini duymuştum. Konuşacağım kimse olsa keşke diyorlarmış.
Denizin ortasındaki balıkçı da, normale tekrar kavuşmak umuduyla ya da başka herhangi bir şeyin umuduyla:
باشد كه باز بينم ديدار آشينا را
(حافظ)
(Su alan bir geminin içindeyiz, ey rüzgâr yeniden es
Ola ki sevgilinin gözlerini bir daha görürüm)
diyordur belki.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)