30 Aralık 2015 Çarşamba

Ben ve gençlik ve ölüm

2015'i geride bırakıp 2016'ya girerken kafir takvimi hesabıyla 21 yaşına girmiş oluyorum. Bu demek oluyor ki Efendimiz'in (s.a.s) mübarek ömrünün üçte birini geride bıraktım. Zaman durmadan geçip gidiyor. Ölüm ne zaman gelecek acaba?

Düşünmek sünnettir: Ortalama bir ömrün üçte birini geride bırakmış bir haldeyim ve arkada bıraktıklarım ileride nasıl geri dönecek bilmiyorum. Daha ne kadar yaşayacağımı da bilmiyorum. Kendileriyle yaşamımı sürdürdüğüm ve elde etmekten ziyade bana verilmiş olan şeyler (her şey; aile, eğilimler, zayıflık ve kabiliyetler ila âhir) ile ne yapmam gerektiğini merak ediyorum. Üç kişiden kısaca bahsetmek istiyorum.

1) Oldukça sıcak bir yaz günü Tahran'da otobüsle giderken hayal meyal şöyle bir duvar yazısı gördüğümü hatırlıyorum: "You'r stupid, that's the why..!". Bozuk bir İngilizce ile Ortadoğulu bir genç, "Sen aptalsın, işte sebebi bu" yazmış. Fakat acaba bunu niye yazdı? Ne tür düşüncelere sahip biri bunu yazardı; kimdi, nasıl biriydi? Hedefleri neydi, nereye doğru giderdi?

2) Suriyeli bir arkadaşım. Şam Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi bitirmiş, dört dil konuşabiliyor; Arapça, İngilizce, Fransızca ve Türkçe. Üstelik bilgisayardan da anlıyor, iyi bir CV'si var. Ama o şu an burada ve hamallık gibi vasıf gerektirmeyen işlerde, çok da parlak olmayan şartlar altında çalışıyor. Ailesi Suriye'de mahsur. Ağabeyi zorla orduya alınmış. Burada hiç kimsesi yok ama çok fazla borcu var.

Bir gün onu arayıp "hiç sesin soluğun çıkmıyor seni merak ettim" dediğimde, "gerçekten ettin mi?" demişti.

3) Okulumuzun yakınlarındaki bir camide karşılaştığım biri. İmam, insanlar camiden hoşnut ayrılsınlar diye kapının yanına çay makinesi koymuş, böylelikle insanlara ikramda bulunuyordu. Bir defasında oradan çay almak için bekliyordum. Benden önce evsiz bir adam vardı, bardağını dolduruyordu. O sırada imamı gördü ve onu çok sevdiğini söyledi. Öyle içten söyledi ki güldüm. Gülmeme alınmış gibi, "biz de insanız be abi" dedi.


Ve dönüp kendime baktığımda görüyorum ki milyarlarca insandan yalnızca biriyim. Hiç kimse aklıma gelmese bile şu üç insandan biri olabilirdim. Fakat Allah beni böyle yarattı. Bazı yaz geceleri köy evimizden göğe bakıp da gördüğüm yıldızlı manzaranın içinde gibi hissediyorum. Şu an buraya bunları yazabiliyorsam, yazdırıyorsa Allah, bir karşılığı olmalı bizim biz oluşumuzun. En basitinden şu sorunun bir yanıtı olmalı: Neden hukuk fakültesindeyim? Benden istenen nedir? 15. senesine girdiğim eğitim hayatından var oluşuma dair ne öğrenmiş durumdayım? Yoksa bunlar üzerinde düşünmemiz istenmeyen meseleler mi? Başka hayatların hayatlarımız üzerinde hakları yok mu?

Sanki diyorum, bir anlamı olmalı tüm sahip olduklarımızın. Her türlü riyâkarlığın, gösterişin ötesinde bir yerde; faydasız edebiyatın/felsefenin, köşe yazılarının, bir ninni gibi sürekli telkin edilen yükselme hırsının dışında; yemekten önce elleri yıkamak gibi bir anlamı.


Bulan özünü, gören yüzünü
Bir yüzü dahi görmek dilemez

Vuslatta olan hayrette kalan
Aklın diremez, kendin bulamaz

Her şâm ü seher odlara yanar
Hem benzi solar ağlar gülemez

Âşık olagör, sâdık olagör
Cehd eylemeyen menzil alamaz

Meftûn olalı, mecnûn olalı
Bu Mısrî dahi akla gelemez


20 Aralık 2015 Pazar

Beklenmedik bir karşılaşma

Geçen hafta yaşadığım bir olay ve bendeki etkileri üzerine yazmaya başladığım bir yazı.

Böyle bir şey yapmayı pek sevmesem de, hani olur da izlemek isterseniz, bu yazıdan sonra, Run Lola Run diye bir film var onu izleyebilirsiniz.

----------------

13 Aralık 2015 Pazar

Bahariye Mevlevihane'sinde az evvel birine bir soru sormuşum ve şimdi çıkmış, Haliç kıyısı boyunca yürüyorum. Hava soğuk ama güzel. Sağda çocuklar futbol oynuyor, solda ufak tekneler yanyana sıralanmış. Bir tanesinin camında el yazısı fontuyla şöyle yazıyor: ''Bu naz başka''. Bu cümlenin anlamsızlığına gülümsüyorum. Acaba bunu yazdıran kimdi? Yazdırırken ne geçti aklından? Şişman mıydı zayıf mı? Nasıl bir çevrede büyümüştü ne iş ile iştiğal ederdi? Neşeleniyorum. Biraz daha ilerleyince sağ tarafıma geniş bir çimenlik geliyor. Yere dökülmüş bir şeyi yiyen kargaları korkutuyorum, birbirlerine bağıran kazların ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum, güneşe bakıyorum. Neşeliyim.

Az daha yürüyeyim diyorum madem, otobüse binmeyeyim. İki dakika kadar sonra daha evvel fark etmediğim bir cami görüyorum. Cami avlusunu temizleyen amcaya oradaki medrese odalarının nasıl kullanılacağını soruyorum. Bir kısmı kitapçılara verilecek bir kısmı da Arapça dersleri gibi faaliyetler için ayrılacak diyor. Teşekkür ediyorum, avlunun denize bakan girdiğim kapısından değil de sokağa bakan diğer kapısından çıkıyorum. Ufak bir mezarlık çıkıyor karşıma. Mezarlık duvarına kimisi #şiirsokakta yazmış, kimisi sevdiği kimse ile kendi isminin baş harflerini. Birisi cCc Bayırbucak, bir ikisi de ellerini duvara koyup çizmiş. Neşeliyim, gülümsüyorum. Yoldan biri gelse de mezarlık duvarına yapılan bu şeyler hakkında konuşsak diyorum içimden. Tevafuk ki 55-60 yaşlarında biri geliyor ve o da duraksayıp duvardaki yazılara bakmaya başlıyor. ''Ya'' diyorum, ''bu hiç yapılır mı be?''. Ama öfkelenmiş değilim sırf söze girmiş olmak için böyle yapıyorum. ''Ne adamlar var bu memlekette değil mi amca ya?''.

Adam demeyecektim işte. Herhalde kırılma tam da o anda gerçekleşti. İşte tam da o anda karar verdi amca ne cevap vereceğine.
Adam.
Adam...
...

Geçen haftalarda biriyle konuşurken ona şöyle demiştim: ''Günlük hayatta Allah'a olan inancımın ve imanımın yansımalarını arıyorum''. Bunu (hâşâ) şüphelerim yahut haddim dahilinde olduğundan yapmıyordum ama İbrahim (a.s) gibi kalbimin mutmain olması için yapıyordum (Bakara Suresi 260). Bunu yapmam doğru muydu bilmem fakat tüm yanlışlarım için Allah'a sığınıyorum.

İşte bu haletin üzerinden birkaç hafta geçmiş, ben yatışmış ve meselenin üzeri tozlanmaya başlamışken, geçen hafta Pazar günü yaşadıklarım sayesinde günlük hayatta, akidevi unsurlardan olan kader ve külli irade-cüz'i irade inancının birebir izdüşümünü gördüm. Sadece bunu görmekle kalmadım, üstüne üstlük hep hayal edegeldiğim bir ruh halini yaşamayı Allah teala nasip etti: Bir kitabın içinde yaşıyormuş gibi hissetmeyi! Sevgili okuyucular, geçen hafta yarım saatliğine de olsa Dostoyevski'nin Ebedi Koca* kitabının içinde yaşadım. Çünkü mezarlık duvarının önünde rastgeldiğim adam, o kitaptaki Pavel Pavloviç Trusotski karakterine müthiş derecede benzeyen ve anlattığına göre, kitapta o karakterin yaşadığı olayların çok benzeri başına gelmiş bir adamdı. Kitap 1870 yılında yayınlanmıştı, adam ve ben 2015 yılında yaşıyorduk. Adam 145 sene önce oluşturulmuş bir karakteri yaşayarak canlandırmıştı.
...

''Evet oğlum, çok.. çok boş adamlar (başka bir kelime kullanacaktı ama yapmadı) var bu memlekette. Hatta akrabalarından bile. Yani ben bir defasında akrabamız olan bir adamı-. Memleket nere senin? Bak ben Karadenizliyim ...''

Şahitlik edeceğim bir aldatılış hikayesiydi ama oldukça aşağılık cinsten bir aldatılış hikayesi. Kulağa tuhaf geliyor ama amca beni ilk defa görmesine rağmen sekiz sene önce başına gelen o olayı anlattı. Sekiz sene önce olmuş ama etkileri hala çok taze olan felaketi. Sizlerin de zihnini kirletmemek için o kısmı fazla zikretmeyeceğim. Anlatacağı şeye kısa bir giriş yaptıktan sonra ''gel çay iç'' dedi. ''Yok amca sağ ol ben buraların yerlisi değilim öyle geziniyorum'' dedim. ''Özür dilerim oğlum yanlış anlama, gel çay iç'' diye yineledi. Az ileride bir çaycıya oturduk.

Acayip adamdı gerçekten. Sana, silah çekilse anlatılmayacak şeyi anlattım dedi. Acaba niçin? Belki de onu hiç tanımadığım ve bir daha görmeyeceğim için bunu bir fırsat bildi. Üzerinde acizliğin ve onuru kırılmışlığın eserleri vardı. Bitimsiz bir sıkıntı içindeydi ve sürekli of çekiyordu. Dünyası yıkılmış ve hayattan bir beklentisi kalmamıştı.

Sürekli "anladın mı ne dediğimi" ve "özür dilerim" diyordu. Bu olay ruhuna öyle nüfuz etmiş ki birkaç kez konuyu değiştirmeme rağmen bir şekilde bağlantı kurup dönüp dolaşıp bunu anlattı. Bir süre sonra sadece dinlenilmek istediğini anladım. Allah sabır versin gibi temenniler dışında yorum yapmadım. Sanki güçsüz değil de, incinmiş değil de kendisi bırakmış, kendisi üzerine gitmemiş olduğunu, bana ve aslında kendine anlatmak istiyordu. İşin iç yüzünü anladığımda oralı bile olmadılar diyordu. Bilakis karısının ona suç attığını, sen getirdin onu bizim eve dediğini söyledi. Zaten ne yapsan suçlu olursun dedi. Sanıyorum ruhuna en derin yarayı açan da buydu; bir korkunun bir utanmanın ona çok görülmesi; varlığının onları buna sevk edememesi, bir hiç yerine konulmasıydı. Belki de artık etkisiz biri olduğunu düşünüyordu. Devamlı; ne yapayım, Allah hayırlısını versin, Allah hayırlı iman, hayırlı Kur'an versin diyordu. Hayırlı Kur'an.

Dinlediğim şeylerden sizinle paylaştığım sadece bu kısmı için şöyle demiş kitapta Dostoyevski:

''İlk ihanetlerinde suçlu hep kocadır. Bunun ardından mükemmel bir içtenlik gelir, kendilerini kesinlikle haklı ve tamamen masum görürler.

Öte yandan, böyle bir kadına uygun düşen ve bütün görevi bu kadına uygun düşmek olan bir koca tipi de vardı. Böyle bir kocanın asıl görevi "ebedi koca" olmaktı, yani o hayatı boyunca kocadan başka bir şey değildi. Böyle adamlar koca olmak için doğup büyürler, kendilerine özgü karakterleri olsa bile evlenir evlenmez karılarının tamamlayıcısı oluverirler. Bu tip bir kocanın en belirgin özelliği alnındaki madalyalardır. Boynuzlarının olmaması güneşin doğmaması demektir. Bu gerçekten habersizdirler, doğaları gereği habersiz olmak zorundadırlar.''

İşte tam da buydu karşılaştığım. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ne oluyordu Allah aşkına? Bu semte birine sadece bir soru sormak için gelmiştim ve şimdi hiç tanımadığım bir adamın belki de en mahrem sırrını dinliyordum. Ben buraya nereden geldim dedim. Halbuki en başta adamın sadece memleket nere, ne okuyorsun gibi sıradan ''amca'' sohbeti yapacağını sanmıştım. Sebepler birer zincir halkası gibi birbirine geçmişti.

Yapmaya çalıştığım muzipliğin beni hayal ettiğimden ne kadar farklı bir yere getirdiğini düşündükçe gülmek istiyor, fakat o görmesin diye elimle ağzımı kapatıyordum. Adam ise artık normal sayılamayacak derecede detaylara girmeye başlamış, sanki anlattıkça yüklerinden kurtuluyor gibi bir haldeydi. Acaba ruhu nasıl bir hasar almıştı? Müsaade istedim, sizin için dua edeceğim dedim. Yine özür diledi, yanlış anladın dedi. Onu, başkasından kendisine dua etmesini isteyen biri zannettiğimi düşündü. Tam aksine bunun içimden geldiğini söyledim ve korkuyla yanından ayrıldım.

Bu tuhaf Pazar sabahı bir şeyleri belirgin hale getirdi benim için. Genelde olduğu gibi biraz dolaşıp, yorgunluk hissini duyunca da ayrılsaydım böyle olmayacaktı. Ama oldu. Nasıl oldu da ben bunları yaşadım diye düşündüm. Ve zihnimde bir sıralama yaptım.

Evvela, bugün buraya sormak için geldiğim soru 3 hafta önce aklıma gelmişti fakat ancak bu hafta fırsat bulup da gelebilmiştim. O soruyu sormaya niyetlenmesem buraya gelmeyecektim. Gelmek bir yana, daha önceki haftalarda gelmiş olsam büyük ihtimalle bu adamla karşılaşmayacaktım. İşin sadece aktif kısmını düşünürsek 3 haftalık bir geçmişe sahip ki bu bile çok şaşırtıcı. Evet, 3 hafta sonra yaşayacağınız bir olayı ufak bir hareketinizle belirliyorsunuz. Bir de pasif yani görünmeyen yüzü var işin. Yani bir insan bir soruyu niye sorar? Onu soru sormaya iten etkenler nedir? Kendim için düşündüm de, bu işin Müslüman olmamdan tutun ilkokuldaki sınıf öğretmenime kadar dolaylı da olsa alakası var. Aynı şekilde soru konusunun da böyle olduğunu düşünürsek, sırf bugünkü olay için belki yüz binlerce etken bir araya gelmiş oluyor. Muazzam bir manzara değil mi?

Hayatımız başlangıcından bitişine kadar mucizelerle (aciz bırakan) dolu ama bunlarla aramızda çok kalın bir ünsiyet perdesi var. Yani nasıl diyeyim... düşünmüyoruz hayatımız hakkında. Zaman, hadiseler ile atbaşı gidiyor. Bize olan bir şeyin belki asırlarca geçmişi var ve bizim yapacağımız bir şeyin başka insanların hayatlarında kartopu etkisi yapma ihtimali çok büyük. İnsan soyu olarak hadiselerle yaşıtız. Nasıl ki Hz. Âdem'den bu yana devam ede geliyorsak, ilk hadise de diğerlerini doğurmaya aynı şekilde devam ediyor.

Kader karşısında ne kadar da küçüğüz, hayatın istediğimiz şekilde gidebilmesi için Allah'a dua etmeye ne kadar da muhtacız. Seçimlerimiz ne kadar da önemli. Bu hassas terazi ve baş döndürücü akış içerisinde yapacağımız herhangi bir seçim bir ömür kıymetinde olabilir. Bir sözümüz, bir yüz ifademiz ile başka hayatların gidişine yön verebiliriz. Nitekim veriyoruz da.

SübhanAllah ve inne'l hamdelillah.

3 Aralık 2015 Perşembe

Bir var olmaklık acısı

Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.

Eğitim öğretim yılına göre düşünürsek geçen sene ilkbaharda, Mihrimah Sultan Camii'nde namaz kıldıktan sonra avluda denizi seyreyliyordum. Lakin bu eylemi gerçekleştirmede yalnız değildim. Yürüyüşü ve fiziki yapısı oldukça tuhaf biri daha vardı. Zihinsel açıdan bir eksiği olup olmadığı anlaşılmıyordu. Hemen hemen yaşıt gibiydik. Bir süre baktık manzaraya. Sonra tanışmak istediğimi hatırlıyorum, sanırım yanına gittim ve merhaba dedim. Elimi tuttu ve merhaba dedi. Çekinmiyor değildim ama güzel bir histi. Zihinsel bir engeli de yoktu. Konuştuk, çeşitli konulardan konuştuk. İlkokuldan sonrasına gitmemiş. "Neden?" dedim, "İnsanlar" dedi.

"L'enfer c'est les autres"

Annesi ile gezmeyi çok severmiş. O gün de yine annesi ile gezdiği günlerden biriymiş. "Annem" dedi, "bir yere gitti, birazdan gelip beni alacak". Askerlik yaşını geçmişsiniz ve anneniz sizi bir yerlerden alıyor. "Geçenlerde Kadıköy'e gittik" dedi. Koyu Fenerliymiş. Galatasaraylı olduğumu söyleyince birkaç "anısını" anlattı. "Fener'in yendiği derbilerden birinden sonra internette bir şeyler yazdım ve beni bazı GS'liler sildi" dedi ve yüzünde bir gülümseme oluştu. Böyle ufak şeyler onun için anı haline gelmişti. Adını söyledi, onu eklememi tembihledi. "Tamam" dedim. Annesi seslendi aşağıdan. Vedalaştık, merdivenlerden düşer gibi ama düşmeden indi. Annesi gülümseyerek baktı bana. Herhalde ben de gülümsedim. El salladı, el salladım, gittiler. O gülümsemeye layık mıydım acaba?

Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.

Hasta, yorgun, üzgün. Arada sırada denk gelen, keyfinizin kaçık olduğu günlerden bir gün. Yürüyordum. Derken bir ara sokağa denk gelmiştim. O sokakta tanıdığım bir kitapçı vardı. "Selam versem mi?" dedim kendime kendime. Yapmam gereken bir iş de vardı ama "olsun" dedim. "Bu adama selam verdiğim zamanların çoğunda hiç beklemediğim güzel bir şey oluyor, belki yine olur. Belki hayatım değişir", aklımdan tam olarak bunları geçirdim.

"Nasılsın, iyiyim, Allah iyilik versin", bir kitap ilişiyor gözüme. İpince bir kitap. "Şu kadar ama sana şu olur, parasını da bir ara verirsin", halis adamın hali bir başka, halbuki öyle bir ricada bulunmamıştım bile. Teşekkür ediyor, izin istiyorum. İlk fırsatta kitabı okuyorum. Okuduğum en ince ama beni en çok sarsan kitaplardan biri oluyor. Aklıma o tanıştığım çocuğu getiriyor. O yapayalnız çocuğu.

Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.

Ve o çocuk, yalnızca ona moral vermek isteyenlerin beğendiği paylaşımlarına bir yenisini daha eklemişti. Sadece anne babasının olduğu doğum günü fotoğraflarına, "benim küçük dünyam" dediği odasının fotoğraflarına, Fener'in maçları hakkındaki -aslında boş konuşmadan ibaret olan- videolara, Cristiano Ronaldo'nun resimlerine (en sevdiği futbolcu), yeni çıkan bilgisayar oyunlarının tanıtım videolarına, Galatasaray'lıları kızdırmaya çalıştığı duvar yazılarına, sadece halası veya teyzesi gibi insanların -moral vermek amaçlı- yorum yazdığı profil fotoğraflarına, profil fotoğraflarının üzerine yazdığı dokunaklı ama kötü şiirlere... Kısacası kimsenin gerçekten umursamadığı paylaşımlarına şu cümleyi eklemişti:

"Bu sene çok şey yazmicam kisaca dünyanın en sahte en yapmacık günü 3aralik"

Telefondan başımı kaldırdım ve o an dünyaya karşı hissettiği kopuklukta onunla hemhâl oldum. Dedim ki, dünyaya böyle gelmek de vardı değil mi Harun?

Kitap: Hakan Albayrak - Ebuzer.