Hâtırâttan
---------------
Hanidir Afrika hakkında mâlumattan yoksun değildim, lakin oraya gitmek ilk defa nasip olacaktı. Bu kıta hakkında genel olarak ne biliriz; açlık, sefalet, cehalet, sömürülmüşlük, vuvuzela ve saire. İşte biz de bunları görmeyi bekleyerek gitmiştik Afrika'ya.
İniş yaptığımız yer olan Nairobi pek kötü değildi. Çünkü Batılıların halen etkin olarak kullandıkları bir şehirdi. Buna rağmen aylık gelir ortalamasının 100 dolar olduğu bir yerden ötesi de değildi. Sokaklarda, okula giden çocukların gömleklerinin kirli, süveterlerinin omuzlarının sökük olduğunu görebiliyordunuz. Ve anlatmaya kalkılsa daha bir sürü şeyi. Fakirlerin dahi göbekli olduğu ülkelerden değildi anlayacağınız.
Farklı yönlere gidildi sonra, daha değişik şehirlere. Yüksek ve sulak olan Nairobi'den sıcak ve çölümsü yerlere. Orada petrol arayan bir Türk'ün tabiriyle "cehenneme".
Bildik şeyler gördük evet, bizim köyden biraz hallice olan yerlerde idik nihayetinde. Belki Filibeli'nin hatıralarında yazdığı gibi solucan yahnisi yemek durumunda kalmadık. Ama bir şekeri binbir naz ve utangaçlıkla verdikten sonra, arkamızı döner dönmez şekeri ailesine sevinçle gösteren çocuklar gördük. "Mutluluğun fiyatı ne?", diye düşündük.
Buraya dek yazdıklarımla içinizde merhamet uyandırmak gibi bir niyet gütmedim. Eğer o amaçla okumuş iseniz boşuna okumuş oldunuz. Gerçi bilemem, merhamet uyanmışsa da zararı yok. Fakat bunu hedeflememiştim. Ne ise.
Bir defasında onların gözünde şehir, bizim gözümüzde ise koca bir köy olan kaldığımız yerde, bir fakir mahallesine vardık. Burada beton ev yoktu, aqal'lar vardı. Yani onların mantara benzeyen geleneksel evleri, barakaları. Akşam üzeriydi. Onlara getirdiğimiz hediyenin kabulü için mahallenin büyüğü geldi. Adam bir pîr-i fani olmakla beraber, söylendiği gibi bir muttakilik alameti mi yoksa sadece siyahî oluşundan mı kestiremediğim bir nedenden, dişleri bembeyaz ve tamdı. Mahallenin çocuklarına Kur'an-ı Kerim öğretiyor imiş. Bize dualar etti.
Bu mahallede dikkatimi çeken bir şey oldu. Etrafta keçiler vardı. Oranın yerlisi olan arkadaşımız, kardeşim biliyorsun bu insanlar kurban kesemiyor, çünkü bu keçilerden keserlerse yaşamlarını sürdüremezler dedi. İşte o anda bu insanların sadece kendilerine yetecek kadar eşyaya sahip olduklarını anladım.
Sadece sana yetecek kadar şeyle yaşamak, aynı zamanda sahip olduğun her şeyin sana lazım olduğunu gösterir. Yalnızca en gerekli şeylerle yaşamak size ne hatırlatıyor bilmiyorum. Fakat bana evvelâ çocukluğumda tanıdığım ada romanlarını hatırlattı. Hayy bin Yakzan, Robinson Crusoe, Mercan Adası ve diğerlerini. Oradaki kahramanlar da böyle yaşıyordu hani. Bir de şunu hatırladım:
"... O şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak..."
Ve bu insanlar hiç taş yemiyordu.
Güneş batmak üzereydi. Namaz kıldım. Hangisi güzel, dedim. Varlık içinde olup taş yiyerek yaşamak mı, yoksa kendinden başkasına yardım edemeyecek şekilde yaşamak mı? Bizler buraya hediye getirmiştik ve onlar da bunu alıyordu. Bu bizim üzerimize borçtu, onlara ise gerekliydi. Tekrar sordum hangisi iyiydi, sorumluluk altında olmak mı, yoksa cevaplaman beklenen tek sorunun, bugün keçilerin iyi otlayıp otlamadığı olması mı? Kanayan coğrafya Ortadoğu ve tüm diğer dünya fukarasından ve gurebasından habersiz olmak mı? Yaşadığın yerde doğru düzgün bir okulun dahi olmaması mı? Ki böylece sınav geçmen gerekmez. Yoksa anne babası, senede bir su ve yeşillik için yapılan kabile savaşlarında ölmüş biri olmak mı? Veya yaşadığı yerde şu sözün yaygın olduğu biri olmak mı:
"Usidhani nimesahau wema wako, bali cha kukupa sina."
(Bana yaptığın iyiliği unuttuğumu düşünme, yalnızca sana verecek hiçbir şeyim yok)
Tek seferde cevap verilecek sorular değildi. Vermedim ben de zaten. Artık istesem de onlar gibi olamazdım ki. Uykuya dalıp kendimi derin ve karanlık bir kuyuya bırakabilmeyi isterdim, dünyadan haberim olmazdı böylece. Lakin en baştan yanlış yerde doğmuştum bir defa. Ve herhalde kader böyle bir şeydi işte.
Kuma serilmiş seccadeye uzanmayı ve bir leyle-i mükevkebe ile karşılaşmayı hayal ettim. Tahayyülüm tahakkuk etseydi, belki dünya malı aklıma gelir de şu beyti söylenirdim kendi kendime:
"Vechi var kasd eylesem hecrinle ülfet itmeğe.
Görmemek yeğdür görüp dîvâne olmakdan seni"
(Yokluğunla dost olmaya niyet etsem yeridir,
Seni görmemek iyidir görüp divane olmaktan seni)
11 Kasım 2016 Cuma
19 Eylül 2016 Pazartesi
Kaykay üzerine birkaç mülâhaza
"World, world, o world! But that thy strange mutations make us hate thee, life would not yield to age" diye bir ifade kullanır Shakespeare. Bilmem anladınız mı? Uzun bir zamandan beridir hayal kırıklığına uğramak hissini tadmadığımdan olsa gerek, bütün bir insanlık nazarımda pek bir tadsız görünmekte. Aslına bakarsanız, şimdiki zaman hariç tüm zamanlar çekici. Ve "sahte jelibon ilişkilerden" tiksindiğim bir akşama daha merhaba. İsterim ki bu yazıcık sahiden gülmekliğinize sebep olsun.
--------------
Kaykay üzerine birkaç mülâhaza
"To be free" yazıyordu Fatih'te gördüğüm 50'lik dayının tişörtünde ve yazının üstünde bir kaykay resmi vardı. İşte kaykay denince aklımıza ilk çağrışan şeylerden ya da daha doğrusu çağrışması istenilen şeylerden biri bu: Özgür olmak (sanki kaykaya binmeyenler pranga işçisi ağzını kırayım).
1950'li yıllarda Kaliforniyalı gençler rüzgarsız günlerde sörf yapamadıklariçun yakınmaya başlamışlar. Dertleri de dertmiş hani. Ne yapsak ne yapsak diye yana yakıla dolanırken birinin aklına sörf tahtasına iki tekerlek çakmak gelmiş olacak ki kaykay denen harikulade alet arzda zuhur etmiş. İyiki de etmiş. O günden bu yana kaykay insan hayatına dahil olmuş.
İnsan dedik ama nasıl insan? Herkesin hayatına dahil olacak değil ya, çeşit çeşit adam var memlekette şimdi. Memuru var işçisi var fakiri var zengini var... Hâsıl-ı kelam var da var. Ama kaykay daha çok kime ait olmuş acaba işte sorduğumuz soru bu. Sanırım bu soruya biraz ayrıntılı cevap vermek gerekiyor. Zira kaykay yarım asrı birazcık geçkin tarihçesinde çeşitli konumlar almış. Tıpkı kot pantolon gibi. Öyle değil mi ki kot pantolon ilk çıktığında amelelerin (işçi) giydiği düşük seviye bir kıyafetken, şimdilerde 100-150 liradan bile gidiyor. Ya da tıpkı "selfie" gibi. Eskiden kendi fotoğrafını çekene alayla karışık mütebessim bir bakış atılırken şu an gayet alelade bir şey oldu.
Kaykay efendim, ilk çıktığında bir karmaşa koparmış. Sokaklarda çılgıncasına akıp giden gençler pek yakında kafalarını gözlerini yarmaya başlamışlar. Trafikte şurada burada her yerden çıban gibi çıkar olmuşlar. Bunun neticesinde kaykay belli bir dönem yasaklanmış. Birçok yasaklanan şey gibi kendi taliplerini oluşturmuş. Ve hala kırıntıları sezilebilen o arka sokak mayasını o zamanlar kapmaya başlamış. Zira düşünsenize bir; eylem çok farklı, oldukça heyecan verici, tehlikeli ve yasak. İşte o kendine özgü kişiliğini oluşturmaya çalışan birçok gencin aradığı şey! Böylelikle kaykay suçlulukla benzer bir zemine oturmuş ve zaman zaman milletin odunlarının çalınıp bir köşede kaykay rampası haline getirilmiş olarak arz-ı endam eylediği dönemler gelmiş. Gece yarıları bir tenekede ateş yakıp kafalarında bereleriyle birbirlerine kaykay hareketleri gösteren gençlik o dönemin gençliğiymiş herhalde. Lakin birçok şey gibi kaykay da aynı kalmamış. Bazen popüler olmuş bazen unutulmuş ve nihayetinde toplumdan kabul görüp suçluluktan yavaş yavaş sıyrılmış. Şu an ise dünya çapında turnuvaları olan bir spor dalı haline gelmeye aday bir halde. Efendiler kaykayın hikayesi böyle.
Ama bizim ülkede ne halde onu da sormak lazım tabii. Şahsen bu anlattıklarımın güzel Türkiye'mizde geçerli olmadığından eminim. Çünkü genelde kaykay dediğimiz eğer aranızda sitede büyümüş çocuklar varsa işte o babanızın aldığı şey, bendeniz gibi mahallede büyümüşler için ise kırtasiyede satılan ve hiç almadığımız zengin oyuncağı olmuştur. İstisnalar vardır elbet ama yasaklanma vb. olmadığı kesin. Zaten bilen bilir biz tornete binerdik. Kaykay da neymiş (ekmeğini taştan çıkaran dayı mode: on).
Ne ise. Biz sözü, kaykayı son zamanlarda ülkemizde etkisi bir hayli artan "slim fit" modasıyla beraber artık çoluk çocuğun elinde daha çok gördüğümüze getirelim. Ha, arada bir bendeniz gibi ulaşım aracı olarak kullanılabilir mi diye merak etmeyenler yok değil. Lakin Saraçhane parkının kenarındaki yokuştan aşağı kaptırıp kemâl-i süratle seyrederken birdenbire kaykayın freni olmadığını fark etmişler ve de bu sebeple kendilerini aşağı atıp ayaklarını pat pat pat yere vurmak suretiyle zor bela kurtulabilmiş ve bu hareketiyle âvâmın gözündeki bütün o artistliklerini bir anda kaybetmiş olabilirler. Bu dramdır.
Demem o ki efendiler, Beşiktaş'ta sürmek kolay, sıkıysa Fatih-Çarşamba'ya gelin. Ama önceden söyleyim, arabadan kafasını çıkarıp "o nasıl öyle gidiyo yea :D" gibi sorular soracak dünya tatlısı abilere şimdiden cevaplar hazırlamanız gerekiyor.
--------------
Kaykay üzerine birkaç mülâhaza
"To be free" yazıyordu Fatih'te gördüğüm 50'lik dayının tişörtünde ve yazının üstünde bir kaykay resmi vardı. İşte kaykay denince aklımıza ilk çağrışan şeylerden ya da daha doğrusu çağrışması istenilen şeylerden biri bu: Özgür olmak (sanki kaykaya binmeyenler pranga işçisi ağzını kırayım).
1950'li yıllarda Kaliforniyalı gençler rüzgarsız günlerde sörf yapamadıklariçun yakınmaya başlamışlar. Dertleri de dertmiş hani. Ne yapsak ne yapsak diye yana yakıla dolanırken birinin aklına sörf tahtasına iki tekerlek çakmak gelmiş olacak ki kaykay denen harikulade alet arzda zuhur etmiş. İyiki de etmiş. O günden bu yana kaykay insan hayatına dahil olmuş.
İnsan dedik ama nasıl insan? Herkesin hayatına dahil olacak değil ya, çeşit çeşit adam var memlekette şimdi. Memuru var işçisi var fakiri var zengini var... Hâsıl-ı kelam var da var. Ama kaykay daha çok kime ait olmuş acaba işte sorduğumuz soru bu. Sanırım bu soruya biraz ayrıntılı cevap vermek gerekiyor. Zira kaykay yarım asrı birazcık geçkin tarihçesinde çeşitli konumlar almış. Tıpkı kot pantolon gibi. Öyle değil mi ki kot pantolon ilk çıktığında amelelerin (işçi) giydiği düşük seviye bir kıyafetken, şimdilerde 100-150 liradan bile gidiyor. Ya da tıpkı "selfie" gibi. Eskiden kendi fotoğrafını çekene alayla karışık mütebessim bir bakış atılırken şu an gayet alelade bir şey oldu.
Kaykay efendim, ilk çıktığında bir karmaşa koparmış. Sokaklarda çılgıncasına akıp giden gençler pek yakında kafalarını gözlerini yarmaya başlamışlar. Trafikte şurada burada her yerden çıban gibi çıkar olmuşlar. Bunun neticesinde kaykay belli bir dönem yasaklanmış. Birçok yasaklanan şey gibi kendi taliplerini oluşturmuş. Ve hala kırıntıları sezilebilen o arka sokak mayasını o zamanlar kapmaya başlamış. Zira düşünsenize bir; eylem çok farklı, oldukça heyecan verici, tehlikeli ve yasak. İşte o kendine özgü kişiliğini oluşturmaya çalışan birçok gencin aradığı şey! Böylelikle kaykay suçlulukla benzer bir zemine oturmuş ve zaman zaman milletin odunlarının çalınıp bir köşede kaykay rampası haline getirilmiş olarak arz-ı endam eylediği dönemler gelmiş. Gece yarıları bir tenekede ateş yakıp kafalarında bereleriyle birbirlerine kaykay hareketleri gösteren gençlik o dönemin gençliğiymiş herhalde. Lakin birçok şey gibi kaykay da aynı kalmamış. Bazen popüler olmuş bazen unutulmuş ve nihayetinde toplumdan kabul görüp suçluluktan yavaş yavaş sıyrılmış. Şu an ise dünya çapında turnuvaları olan bir spor dalı haline gelmeye aday bir halde. Efendiler kaykayın hikayesi böyle.
Ama bizim ülkede ne halde onu da sormak lazım tabii. Şahsen bu anlattıklarımın güzel Türkiye'mizde geçerli olmadığından eminim. Çünkü genelde kaykay dediğimiz eğer aranızda sitede büyümüş çocuklar varsa işte o babanızın aldığı şey, bendeniz gibi mahallede büyümüşler için ise kırtasiyede satılan ve hiç almadığımız zengin oyuncağı olmuştur. İstisnalar vardır elbet ama yasaklanma vb. olmadığı kesin. Zaten bilen bilir biz tornete binerdik. Kaykay da neymiş (ekmeğini taştan çıkaran dayı mode: on).
Ne ise. Biz sözü, kaykayı son zamanlarda ülkemizde etkisi bir hayli artan "slim fit" modasıyla beraber artık çoluk çocuğun elinde daha çok gördüğümüze getirelim. Ha, arada bir bendeniz gibi ulaşım aracı olarak kullanılabilir mi diye merak etmeyenler yok değil. Lakin Saraçhane parkının kenarındaki yokuştan aşağı kaptırıp kemâl-i süratle seyrederken birdenbire kaykayın freni olmadığını fark etmişler ve de bu sebeple kendilerini aşağı atıp ayaklarını pat pat pat yere vurmak suretiyle zor bela kurtulabilmiş ve bu hareketiyle âvâmın gözündeki bütün o artistliklerini bir anda kaybetmiş olabilirler. Bu dramdır.
Demem o ki efendiler, Beşiktaş'ta sürmek kolay, sıkıysa Fatih-Çarşamba'ya gelin. Ama önceden söyleyim, arabadan kafasını çıkarıp "o nasıl öyle gidiyo yea :D" gibi sorular soracak dünya tatlısı abilere şimdiden cevaplar hazırlamanız gerekiyor.
7 Ağustos 2016 Pazar
15 Temmuz'dan sonra hissettiklerim üzerine
CF Dergisi Ağustos 2016
İyi ve kötü ve darbe
Yüzyılları eskitmiş bir tartışma var o da şu: Acaba bir kimsenin fiilleri ve sıfatları o kişinin kendisi midir yoksa değil midir? Yani o kişinin benliğine eş midir? Biraz daha açmak gerekirse örneğin bu satırların yazarı olarak ben, elde ettiğim başarılar mıyım, ak saçlı mıyım ya da genç miyim, uyuşuk muyum ya da değil miyim, neyim? Kendimin de kabul ettiği bir büyüğün görüşüne göre, ben ne bunlarla aynıyım ne de bunlardan gayrıyım. Örneğin genç oluşum benliğimle eş değerse hiç yaşlanmamam gerekir. Eğer benliğimden ayrı bir şeyse bana genç denememesi gerekir, halbuki gencim. Dolayısıyla şunu anlıyoruz ki, her türlü fiil ve sıfatın üstünde kişiye ait bir "zât" var ve işte o kişinin benliği dediğimiz şey o oluyor. Örneğin ben genç veya zayıf değil insanım. Tüm filler ve sıfatlar benliğime yapılmış yorumlardan ibarettir. İşte benzer bir durum vakıalar, meydana gelen her bir fenomen için de geçerli sanki.
Bir ayna düşünün ve karşısına herhangi bir şey koyduğunuzu hayal edin. Örneğin bir elma. Aynada oluşan görüntü elmanın kendisi değildir, ama elmadan ayrı bir şey de değildir. Yüzlerce farklı çeşit ayna da koysanız, elmanın yalnızca 1 tane doğru yansıması olacaktır. İşte olaylar da böyle galiba. Her insan dünyayı ve olayları "belirli aynalar" aracılığıyla algılıyor. Eskiden bunlar sadece akıl ve kalpti belki de. Bir şeyi görüyorduk ve bunun zihin aynamızda oluşan görüntüsü hislerimizde bir yankı yapıyordu. Lakin çağımızda medya diye bir görecelilik makinesi var ki, bu sayede aynalar bir değil belki bine çıkıyor. Bizim yerimize düşünüyorlar, zihnimizin yerine hislerimizde infial ediyorlar. Bir olay için gazeteye bakıyorsunuz ak, yekdiğerine bakıyorsunuz kara. Yalnızca beyni mıncıklanmak için var olan kobay fareleriyiz sanki. Bu dertten sebep "eğer dikkat etmezseniz medya mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur" diye söylemiş söyleyen.
Asıl değinmek istediğim nokta neredeyse ülkemizde darbe yapılacak olmasıydı. Buna çoğumuz üzüldük, öfkelendik ama buna ne yazık ki "sevinenler" oldu. Yani anlamak güç, buna insan nasıl sevinebilir desem de kendim bile samimiyetine inanmayacağım bu cümlenin. Çünkü Guatemala'da bıçaklanarak ölen bir kimse beni ne kadar etkiliyorsa, biliyorum ki tüm bu olanlar da bir kesimi o kadar etkiliyor, işte biz bu kadar uzağız birbirimize, aynı ülkede olmamıza rağmen. Üstelik bu tek taraflı bir şey de değil, aynı durum benim için de geçerli.
Söylediklerimle bağıntılı olarak düşünüyorum, 20'li yaşların henüz başında olan bir bireyim ve ilk defa ömrümde bir darbe görüyorum. Öncekiler kadar kanlı olmasa da yine de insanlar -lugatimdeki en hafif tabirle- bir despotluk yüzünden öldü. Bu suçsuz ölümler hakkında sayısız farklı yorum yapıldı oysa sadece yapılması gereken candan üzülebilmekti. Belki de bu benim kendisine dünyayı yansıttığım aynama düşen bir görüntüden ibaretti. Olabilir, çünkü vatandaşlar olarak bu konuda da hemfikir değiliz öyle ya. Acaba bunlara üzülmeli mi yoksa üzülmemeli mi? Olanlar iyi miydi yoksa kötü mü? Neyin ne olduğunu bilebilmekle uğraşırken yoruluyor insan. Tanımlayamadığımız ama bildiğimiz, Postmodernizm denilen hastalığın tam da bu çağda ortaya çıkmasına şaşırmıyorum ve az evvel biraz haksızlık ettiğimi fark ediyorum. Çünkü medya olmazken de insanlar hiçbir zaman her türlü görüşün en doğrusu dediğimiz şey olan hakikat üzere birleşmediler ve birleşmeyecekler. Evet medya insanların bu yönünü sömüren bir canavar haline gelmiş olabilir. Fakat bizim ilk ayrılığımız Hâbil ile Kâbil'e dayanıyor. Biri nefretle saldırırken, diğeri sadece ölmeyi tercih ediyor. Şimdi de durum değişmiyor zira en başta dünya görüşü dediğimiz şeyler bizi ayırıyor. Birleşmek zorunda mıyız diye çıkıntı bir soru gelse de akla, ama bu başlıca bir kitap konusu diye teselli bulunup, geçiliyor.
Sözün özü, "dünya mü'minin zindanıdır" hadis-i şerifine farklı açıdan bir kez daha yakînen iman ediyorum. Ve belirtmek istiyorum: "Hakkı hak bilip ona tâbi olmak, bâtılı bâtıl bilip ondan uzak durmak" en büyük görevim ve dileğimdir.
İyi ve kötü ve darbe
Yüzyılları eskitmiş bir tartışma var o da şu: Acaba bir kimsenin fiilleri ve sıfatları o kişinin kendisi midir yoksa değil midir? Yani o kişinin benliğine eş midir? Biraz daha açmak gerekirse örneğin bu satırların yazarı olarak ben, elde ettiğim başarılar mıyım, ak saçlı mıyım ya da genç miyim, uyuşuk muyum ya da değil miyim, neyim? Kendimin de kabul ettiği bir büyüğün görüşüne göre, ben ne bunlarla aynıyım ne de bunlardan gayrıyım. Örneğin genç oluşum benliğimle eş değerse hiç yaşlanmamam gerekir. Eğer benliğimden ayrı bir şeyse bana genç denememesi gerekir, halbuki gencim. Dolayısıyla şunu anlıyoruz ki, her türlü fiil ve sıfatın üstünde kişiye ait bir "zât" var ve işte o kişinin benliği dediğimiz şey o oluyor. Örneğin ben genç veya zayıf değil insanım. Tüm filler ve sıfatlar benliğime yapılmış yorumlardan ibarettir. İşte benzer bir durum vakıalar, meydana gelen her bir fenomen için de geçerli sanki.
Bir ayna düşünün ve karşısına herhangi bir şey koyduğunuzu hayal edin. Örneğin bir elma. Aynada oluşan görüntü elmanın kendisi değildir, ama elmadan ayrı bir şey de değildir. Yüzlerce farklı çeşit ayna da koysanız, elmanın yalnızca 1 tane doğru yansıması olacaktır. İşte olaylar da böyle galiba. Her insan dünyayı ve olayları "belirli aynalar" aracılığıyla algılıyor. Eskiden bunlar sadece akıl ve kalpti belki de. Bir şeyi görüyorduk ve bunun zihin aynamızda oluşan görüntüsü hislerimizde bir yankı yapıyordu. Lakin çağımızda medya diye bir görecelilik makinesi var ki, bu sayede aynalar bir değil belki bine çıkıyor. Bizim yerimize düşünüyorlar, zihnimizin yerine hislerimizde infial ediyorlar. Bir olay için gazeteye bakıyorsunuz ak, yekdiğerine bakıyorsunuz kara. Yalnızca beyni mıncıklanmak için var olan kobay fareleriyiz sanki. Bu dertten sebep "eğer dikkat etmezseniz medya mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur" diye söylemiş söyleyen.
Asıl değinmek istediğim nokta neredeyse ülkemizde darbe yapılacak olmasıydı. Buna çoğumuz üzüldük, öfkelendik ama buna ne yazık ki "sevinenler" oldu. Yani anlamak güç, buna insan nasıl sevinebilir desem de kendim bile samimiyetine inanmayacağım bu cümlenin. Çünkü Guatemala'da bıçaklanarak ölen bir kimse beni ne kadar etkiliyorsa, biliyorum ki tüm bu olanlar da bir kesimi o kadar etkiliyor, işte biz bu kadar uzağız birbirimize, aynı ülkede olmamıza rağmen. Üstelik bu tek taraflı bir şey de değil, aynı durum benim için de geçerli.
Söylediklerimle bağıntılı olarak düşünüyorum, 20'li yaşların henüz başında olan bir bireyim ve ilk defa ömrümde bir darbe görüyorum. Öncekiler kadar kanlı olmasa da yine de insanlar -lugatimdeki en hafif tabirle- bir despotluk yüzünden öldü. Bu suçsuz ölümler hakkında sayısız farklı yorum yapıldı oysa sadece yapılması gereken candan üzülebilmekti. Belki de bu benim kendisine dünyayı yansıttığım aynama düşen bir görüntüden ibaretti. Olabilir, çünkü vatandaşlar olarak bu konuda da hemfikir değiliz öyle ya. Acaba bunlara üzülmeli mi yoksa üzülmemeli mi? Olanlar iyi miydi yoksa kötü mü? Neyin ne olduğunu bilebilmekle uğraşırken yoruluyor insan. Tanımlayamadığımız ama bildiğimiz, Postmodernizm denilen hastalığın tam da bu çağda ortaya çıkmasına şaşırmıyorum ve az evvel biraz haksızlık ettiğimi fark ediyorum. Çünkü medya olmazken de insanlar hiçbir zaman her türlü görüşün en doğrusu dediğimiz şey olan hakikat üzere birleşmediler ve birleşmeyecekler. Evet medya insanların bu yönünü sömüren bir canavar haline gelmiş olabilir. Fakat bizim ilk ayrılığımız Hâbil ile Kâbil'e dayanıyor. Biri nefretle saldırırken, diğeri sadece ölmeyi tercih ediyor. Şimdi de durum değişmiyor zira en başta dünya görüşü dediğimiz şeyler bizi ayırıyor. Birleşmek zorunda mıyız diye çıkıntı bir soru gelse de akla, ama bu başlıca bir kitap konusu diye teselli bulunup, geçiliyor.
Sözün özü, "dünya mü'minin zindanıdır" hadis-i şerifine farklı açıdan bir kez daha yakînen iman ediyorum. Ve belirtmek istiyorum: "Hakkı hak bilip ona tâbi olmak, bâtılı bâtıl bilip ondan uzak durmak" en büyük görevim ve dileğimdir.
4 Temmuz 2016 Pazartesi
Bilmek Hakkında
Eski alimlerden İbn Miskeveyh bir kitabında (aslında Huşed'e atfediliyor kitap lakin) yani Câvidan Hıred'inde Arap, Fars, Hind ve Yunan kültürlerinden hikmetli sözleri cem etmiş ve o kitapta demiştir ki: "devirden devire, ulustan ulusa değişmeyen, tarih ötesi bir hakikat; kendini çağlar boyu çeşitli kültür havzalarında daima tezahür ettiren bir ezeli akıl, bir ezeli hikmet vardır". Hakikaten de öyle. Yüzyıllar da geçse değişmeyen, varlığın özünde sabit kalan ölçüler var. Biz dahi bu usule uyarak birkaç irdeleme yapalım.
Hikmetli sözler bazen "atasözleri" olarak karşımıza gelirler, bazen de hiç unutulmamış bir şiirde geçerler. Bazen görmüş geçirmiş bir ihtiyarın ağzından laf arasında duyarsınız ve bazen de bu hikmet kitaplarda kaydedilir. Mesela Platon, "Sokrates'in Savunması"nda şu sözü Sokrates'e atfeder: "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir". Biraz fikir beyan etmek gerekirse, bu sözün hayattan uzun badireler atlattıktan sonra elde edilmiş bir ders olduğunu söylemek mümkün. Zira varlığıyla beraber getirdiği doğadan olsa gerek, insan ileriyi görme veya geniş manada çevresinde olup bitenlerden haberdar olma konusunda pek mâhir değil. Ve böylece olup bitenleri kendi gördüğü ve yaşadığı şeylerden ibaret sanıp, hadiselere ancak kendi sınırlı tecrübesiyle mânâ biçer. Bunun da pek çok sebebi olabilir. Mesela en başta böyle bir kaygusu olmayabilir kişinin, rahatı yerindedir zira. Ya da mesela hayatın kendisini bir şekilde alıp götüren akıntısına kapılmış ve bundan sebep tek sıkıntısı maişeti olabilir. Ve nihayet bir köstebek gibi yer altında yaşayıp tüm dünyayı kendi deliğinden ibaret sanmasına sebep verecek kadar körleşmiş olabilir. Sebepler çok daha uzatılabilir. Ama bu önemli değil, önemli olan ne yapılması gerektiği.
Sokrates'in bu söz ile ne demek istediğine dair çok çeşitli yorumlar var. Şahsen bu sözü Süleyman aleyhisselâm'ın "Bu Rabbimin fazlındandır" mealindeki "haza min fadli Rabbî" sözü ile aynı özden çıkmış görüyorum. Süleyman aleyhisselâm, maiyetindekilerden birinin, ilginç bir bilgi ile Belkıs'ın tahtını kendisine göz açıp kapama süresinde getirişinden sonra bunu söylüyor. Sokrates ise insanlar, kendisine dünyanın en bilgesi olduğu düşüncesiyle geldikten sonra. Her ne kadar o bu sözün sonunu Yaradan'a eriştirmese de, her iki sözde de esasen insanın kendisine bir bilgelik atfetmeyişini görüyorum. Bu bilgelik atfetmeyişte de insan tabiatının sınırları içinde erişelebilecek en derin bilgeliği görüyorum. Bir teslim oluşun, acziyetin ifadesi vardır burada. Düşünmek gerekirse, insanlığın tüm zamanlar boyu elde ettiği bilginin yekünü, elde edilebilecek bilginin yanında bir hiçtir. Örneğin bilimlerden sadece insan ilişkilerini ele alan sosyal bilimleri düşünsek bile iş içinden çıkılmaz bir hale gelecektir. Zira sadece insanın iradesine ve dolayısıyla sosyal bilimlerin üzerinden sonuç çıkardığı davranışlara bile etki eden binlerce, on binlerce etken vardır. Bu sınırsız olasılıklar diyagramını hesaplamak mümkün değildir. Dolayısıyla insan davranışları hakkında elde edebileceklerimiz bile pek sınırlı görünüyor. Halbuki en çok birbirimizi görüyoruz.
Mevcut bilimlerden sadece sosyal bilimlerde bile durum böyle iken, henüz sistematiğe dökmediğimiz ve belki de dökülmesi mümkün olmayan hallerde ne olur, Allah Kerîm. Bilinecek şeylerin çok oluşu bir yana, bize gem vuran daha birçok şeyden de insan olmaklığımız sebebiyle sıyrılmamız mümkün değildir. Yaşlanacak olmamız mesela. Sırf bu bile kapasitemizi çok sınırlıyor. Bir şey bilmiyoruz. En bilgilimiz bile çok az şey biliyor.
Ve şüphesiz burada söylenenler de söylenebileceklerin çok az bir kısmı. Sokrat'ın sözünden bir hisse çıkarsaydım, İmam Şafiî'nin bir şiirinde bahsettiği "ilmin bir derya oluşu ve insanın ondan incileri çıkarması gerektiği"ni çıkarırdım. Zira insan sonsuzdan bir de çıkarsa iki de çıkarsa sonsuzdan bir şey eksilmez. Fakat insanın elinde karanlığına ışık tutacak bir meşale olur. İnci ile simgelenen şey ise, insanın neye kıymet verdiğine göre değişir. Yine değişik bir ifade ile:
İlim kesbiyle pâye-i rif'at
Bir hayâl-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kîl u kâl imiş ancak.
Yani bilgi ile -ki istense de ancak pek azı elde edilebilir- bir rütbe elde edilemez. İnsanı yüceltecek bir şey bilmediğini bilmek, yani aşktır ancak. İlim, yani insanın elde edebileceği ilim, bir kuru laftan ibarettir ancak. Buradaki "aşk"ı da tasavvuf erbabına özgülememek gerek. "Suların alçağa aktığını" bilen ve varlığın özündekini kavramaya çalışan her insan, aşıktır kanaatimce. Ve bunu yapabilmek için özel doğmuş olmaya gerek yok. "Kendini kusursuzca emniyette hissettiği, ama aslında idrak edemediği bir tehlike karşısında ölçüsüzce ve abes bir gösteriş yapan delinin davranışlarına benzeyen bir hal takındığını" bilse kişi, yetecek sanki.
*Şiir Fuzulî'ye ait.
Hikmetli sözler bazen "atasözleri" olarak karşımıza gelirler, bazen de hiç unutulmamış bir şiirde geçerler. Bazen görmüş geçirmiş bir ihtiyarın ağzından laf arasında duyarsınız ve bazen de bu hikmet kitaplarda kaydedilir. Mesela Platon, "Sokrates'in Savunması"nda şu sözü Sokrates'e atfeder: "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir". Biraz fikir beyan etmek gerekirse, bu sözün hayattan uzun badireler atlattıktan sonra elde edilmiş bir ders olduğunu söylemek mümkün. Zira varlığıyla beraber getirdiği doğadan olsa gerek, insan ileriyi görme veya geniş manada çevresinde olup bitenlerden haberdar olma konusunda pek mâhir değil. Ve böylece olup bitenleri kendi gördüğü ve yaşadığı şeylerden ibaret sanıp, hadiselere ancak kendi sınırlı tecrübesiyle mânâ biçer. Bunun da pek çok sebebi olabilir. Mesela en başta böyle bir kaygusu olmayabilir kişinin, rahatı yerindedir zira. Ya da mesela hayatın kendisini bir şekilde alıp götüren akıntısına kapılmış ve bundan sebep tek sıkıntısı maişeti olabilir. Ve nihayet bir köstebek gibi yer altında yaşayıp tüm dünyayı kendi deliğinden ibaret sanmasına sebep verecek kadar körleşmiş olabilir. Sebepler çok daha uzatılabilir. Ama bu önemli değil, önemli olan ne yapılması gerektiği.
Sokrates'in bu söz ile ne demek istediğine dair çok çeşitli yorumlar var. Şahsen bu sözü Süleyman aleyhisselâm'ın "Bu Rabbimin fazlındandır" mealindeki "haza min fadli Rabbî" sözü ile aynı özden çıkmış görüyorum. Süleyman aleyhisselâm, maiyetindekilerden birinin, ilginç bir bilgi ile Belkıs'ın tahtını kendisine göz açıp kapama süresinde getirişinden sonra bunu söylüyor. Sokrates ise insanlar, kendisine dünyanın en bilgesi olduğu düşüncesiyle geldikten sonra. Her ne kadar o bu sözün sonunu Yaradan'a eriştirmese de, her iki sözde de esasen insanın kendisine bir bilgelik atfetmeyişini görüyorum. Bu bilgelik atfetmeyişte de insan tabiatının sınırları içinde erişelebilecek en derin bilgeliği görüyorum. Bir teslim oluşun, acziyetin ifadesi vardır burada. Düşünmek gerekirse, insanlığın tüm zamanlar boyu elde ettiği bilginin yekünü, elde edilebilecek bilginin yanında bir hiçtir. Örneğin bilimlerden sadece insan ilişkilerini ele alan sosyal bilimleri düşünsek bile iş içinden çıkılmaz bir hale gelecektir. Zira sadece insanın iradesine ve dolayısıyla sosyal bilimlerin üzerinden sonuç çıkardığı davranışlara bile etki eden binlerce, on binlerce etken vardır. Bu sınırsız olasılıklar diyagramını hesaplamak mümkün değildir. Dolayısıyla insan davranışları hakkında elde edebileceklerimiz bile pek sınırlı görünüyor. Halbuki en çok birbirimizi görüyoruz.
Mevcut bilimlerden sadece sosyal bilimlerde bile durum böyle iken, henüz sistematiğe dökmediğimiz ve belki de dökülmesi mümkün olmayan hallerde ne olur, Allah Kerîm. Bilinecek şeylerin çok oluşu bir yana, bize gem vuran daha birçok şeyden de insan olmaklığımız sebebiyle sıyrılmamız mümkün değildir. Yaşlanacak olmamız mesela. Sırf bu bile kapasitemizi çok sınırlıyor. Bir şey bilmiyoruz. En bilgilimiz bile çok az şey biliyor.
Ve şüphesiz burada söylenenler de söylenebileceklerin çok az bir kısmı. Sokrat'ın sözünden bir hisse çıkarsaydım, İmam Şafiî'nin bir şiirinde bahsettiği "ilmin bir derya oluşu ve insanın ondan incileri çıkarması gerektiği"ni çıkarırdım. Zira insan sonsuzdan bir de çıkarsa iki de çıkarsa sonsuzdan bir şey eksilmez. Fakat insanın elinde karanlığına ışık tutacak bir meşale olur. İnci ile simgelenen şey ise, insanın neye kıymet verdiğine göre değişir. Yine değişik bir ifade ile:
İlim kesbiyle pâye-i rif'at
Bir hayâl-i muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kîl u kâl imiş ancak.
Yani bilgi ile -ki istense de ancak pek azı elde edilebilir- bir rütbe elde edilemez. İnsanı yüceltecek bir şey bilmediğini bilmek, yani aşktır ancak. İlim, yani insanın elde edebileceği ilim, bir kuru laftan ibarettir ancak. Buradaki "aşk"ı da tasavvuf erbabına özgülememek gerek. "Suların alçağa aktığını" bilen ve varlığın özündekini kavramaya çalışan her insan, aşıktır kanaatimce. Ve bunu yapabilmek için özel doğmuş olmaya gerek yok. "Kendini kusursuzca emniyette hissettiği, ama aslında idrak edemediği bir tehlike karşısında ölçüsüzce ve abes bir gösteriş yapan delinin davranışlarına benzeyen bir hal takındığını" bilse kişi, yetecek sanki.
*Şiir Fuzulî'ye ait.
16 Mayıs 2016 Pazartesi
Tembellik hakkında
15 Mayıs 2016
9 Şaban 1437
13:21
About Sloth and Laziness / في الكسول
Tembellik hakkında düşündüğümüz pek az olmuştur. Hoş, tembellik hakkında düşünmek vacib de değil hatta ''neden düşünülsün ki tembellik hakkında?'' denilebilir. Fakat düşünüldüğü takdirde de ilginç durumların farkına varılabilir. Zira ekseriyetle köşede gizlenen bir olgudur tembellik; Rasûlullah Efendimiz (s) tembellikten Allah'a sığınmıştır, Hıristiyan inancındaki 7 Büyük Günah'tan biridir ama ne iştir ki hepimizin "cennetteki hal" tasavvurunda da az çok yeri olan bir şeydir, meylimiz vardır tembelliğe. Bu meylimiz belki de fizik kurallarından ileri gelmektedir. Derler ya sürtünme kuvveti denen olgu yüzünden her hareket halinde olan yavaşlamakta, hareket halinde olmayanlar ise durmaya devam etmekte. İnsan mikro-alemdir derler öyle ya... Hasıl-ı kelam, Efendimiz (s) duasında kendisinden Allah'a sığındı ise gerçekten önemli olmalı bu tembellik.
Tembelliği bahis konusu etmeye girişmeden önce bir mana inceliğine dikkat çekmek istiyorum: Tembellik dediğim şey ne acaba? Şahsen tanım yapmaya çalıştım ama tam olarak hakkından gelemedim (zaten kullandığımız birçok kelimeyi sözlükten öğrenmediğimiz için pek sıradışı bir durum olmasa gerek).
Tembellik derken kasıt ''üşengeçlik'' değil. Genelde ''tembellik / miskinlik'' ve ''üşengeçliği'' karıştırır ya da bilerek birbirlerinin yerine kullanırız. Üşengeçlik (laziness) denilince daha geçici bir hal anlaşılıyor ya da ben öyle anlıyorum. İnsan yorgundur, canı sıkılmıştır veya o an önemli bulmamıştır ve herhangi bir işi yapmamıştır ve bu pek ayıp bir şey değildir herhalde. Fakat bu yazının mevzu-u bahsi olan Miskinlik (sloth) ise anlık bir halden ziyade bir huy, bir alışkanlık gibi, insanın yaşamına sirayet etmiş ve onu yönlendiren bir karakter. Dolayısıyla Miskinlik, Üşengeçliği kapsıyor ama onunla aynı şey değil.
"Tembellik: Farsça tanbal (تنبل) kökünde gelmekte olup, fizikî veya ruhî işten kaçınma durumu; zarar göreceğini bile bile kolaya meyletme; emek sarf etmek istememe hali". Her şey zıddı ile kaim olduğuna göre tembelliğin kendisiyle beraber bir de zıddı olmalı. Ve bence bu da çalışkanlık değil, hırs ya da azimdir. Çünkü çalışkan insanlar da tembel olabilir, hatta bazen çalışkanlık tembelliği gizleyen bir peçedir. Çalışkanlık olsa olsa üşengeçliğin zıddıdır. Tembellik hissinden dolayı insan üşengeçlik yapar ya da azimli olduğundan dolayı ümitsizliğe kapılmaz ve çalışır. Yani her ikisi de birer dışa vurumdur, içsel değildir, esas değildir.
Yüzyıllar boyu genelde istemek ve yapmak üzerine sözler söylemişiz. Hala da öyle. İki gün erken kalkan bir gün kazanır vb. sözler. Bu belki de yaptığımız şeylerin etkisini gördüğümüz ama yapmadığımız şeylerle neleri değiştirebileceğimizi pek bilemediğimiz yahut düşünmediğimiz içindir. Şu bir gerçek ki tembellik, hayatta hemen hiçbir zaman olduğu gibi karşımıza çıkmıyor. Düpedüz bir tembelliği YGS-LYS vb.lerinden önce, bir de dilencilerde görüyoruz herhalde. Böyle olmasa belki ondan kurtulmamız daha kolay olurdu. Ve yine böyle olmasa tembellik bu kadar tehlikeli ve hatta ölümcül olmazdı. Doğrudan göremediğimiz için yavaş yavaş ilerler tembellik ve bir gün karşısına bir bilmem-ne'ye giriş sınavı çıkar da öyle anlar kişi ne derece uyuşmuş olduğunu. Tembellik insanı vaktinden önce yaşlandırır demiş Hz. Ali. Hakikaten de öyle; genelde yaşlılar fazla iş yapmaz, bedenleri müsait değildir buna bir kere. Ama tembeller?
"Tutkularımız içinde en az tanıdığımız tembelliktir; şiddeti duyulmasa, yol açtığı zararlar çok gizli bile olsa, tutkuların en azgını, en kurnazıdır... Tembelliğin rahatlığı, ruhun gizli bir büyüsüdür, ruh onun yüzünden en ateşli kovalamaları ve en inatçı kararları birdenbire havada bırakır.
Bu tutku hakkında gerçek bir fikir verebilmek için tembelliğin, ruh için bir mutluluk, bütün yitiklerin avuntusu olan, bütün iyiliklerin yerini tutan bir mutluluk olduğunu söylemek gerekir."
Tembelliğin tanımı hakkında değil ama neden çok tehlikeli oluşundan bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü tembellik çok gizlidir. Hem kendisi zikredilince bizim anladığımız o bildik mananın ardında, hem de hayatın kendini sürükleyiş düzeni içindeki sayısız olgunun ardında gizlidir. Hepsi bir yana içimizde gizlidir ve onu fark etmeyiz. Bu şekilde hissettirmeden ve bize tembelleştiğimizi düşündürmeden en derinimize işler. Ve böylece "asıl yapmamız gerekenler dururken, hoşumuza giden ve işimize gelenlerle avunup dururuz". Yapmanız gerektiği ve nasıl yapılacağını da bildiğiniz halde yapmadığınız herhangi bir şeyi düşünün, neden yapmadığınızı düşünün ve en son bunun hakkında ne zaman düşündüğünüzü düşünün. Ne kadar çok zaman geçmiş değil mi?
Bu konuda yaşadığım bir şeyi anlatmak istiyorum:
Yaklaşık 10 ay evvel Binbir Gece Masalları'nda Sendibad'ın Sergüzeştleri faslını okurken bir ''tembel'' figürüyle karşılaşmıştım. Adanın birinde tembel adamlar yaşıyordu. Adaya yolu düşen talihsizleri bir bahaneyle yanlarına çağırıyor, gelince de sırtlarına yapışıp bir daha inmiyorlardı. Konakları nereye giderse onlar da oraya gidiyor, o ne yerse onlar da ondan yiyorlardı. Yemek vermeyecek olursa kafasına vuruyorlardı (hatırladığım kadarıyla) ve sonuç olarak sırtına bindikleri zavallı telef olana dek böylece yaşayıp gidiyorlardı. Sendibad kendi tembelinden bol bol içki içirip sarhoş ederek kurtulmuştu. Bu bir kenarda dursun; 3 ay kadar önce yurtdışında meşhur bir dağa tırmanmaya gitmiştik ve orada da tıpkı masaldaki gibi adamlar vardı. Tırmanılan yol boyunca dağda yaşayan tembeller sıralanmıştı. 10-12 merdiven tırmanıyor ve köşeyi dönünce bir tembel görüyordunuz. Üstleri başları hiç yıkanmış mı merak uyandırıyor, elleri yüzleri en son ne zaman su gördü bilinmez bir haldeydiler. Güneş hiç acımıyordu o dağda insana ama uzun sakalları, çelimsiz vücutları ve o yörenin insanlarına özgü bıyıklarıyla hemen hepsi kendisine derme çatma bir güneşlik yapmıştı ve oradaydılar işte. Bir kayanın altında bohçalanmış ve kirden kararmaya yüz tutmuş yorganlarını görüyordunuz. Orada yatıyor orada kalkıyor ve dileniyor ve yemek yiyorlardı; tüm dertleri bunlardı sanki. Bizim yaşadığımız dünyadan bîhaberdiler, mesela otobüste giderken tutacakta bile dizi reklamı görmüyorlardı. Esasen otobüse reklamın niye konulduğundan haberleri var mıydı ondan da emin değilim. Sade, çok daha sade bir yaşamdı onlarınki. Oldukça kötü ama diğer yandan da masum. Ve inanın mutsuz olduklarını sanmıyorum. Muhtemelen hala oradadırlar eğer canları sıkılmadıysa. Canlarının sıkılmaması da tembelliklerine verilmiş bir ceza olsa gerek. Ne ise. Bu karşılaşma daha evvel okuduğum tembel adamları hatırlattı ve düşündüm.
Tembelleri ikiye ayırıyorum: üşengeç tembeller ve çalışkan tembeller. Bu tip "tembeller" ilk sınıfa giriyor ve diğerlerine nazaran daha az ortalıktalar. Zaten bunlar toplumda da hoş karşılanmıyor. Sosyal konumları genellikle dilencilikten öte gidemiyor. Bunun çeşitli sebepleri olmakla beraber asıl sebep olarak ''asalak'' olarak görülmelerini düşünüyorum. Nitekim Sendibad masalında da tembeller topluma yaptıkları etki bakımından olsa gerek (ilk anlatıcı bu kadar ince bir anlayış güttü mü bilemiyoruz ama) asalaklık ile özdeşleştiriliyorlar. Başkasının sırtından geçinen tipler. Dolayısıyla hemen hemen hiç kimse bu tip bir tembeli sevmez ve böyle olmaktan kaçınır. Hem, bir nebze aşağılanmışlık da vardır bunun içinde. Peki, ya başka tip bir tembellik ile ma'lülsek, o bildik mananın ardındaki ile?
Tembellik az evvelki gibi kendisini durgunluk, bıkkınlık ve üşengeçlik olarak gösterse de daha çok öncelik sırasında arkada olan hatta o an yapılmaması gereken işlere yönelik çılgın bir aktiflikte görülebilir. Bu ise kendimizi "çalışkan bir tembellikle" aldatmaktan başka bir şey değil. Modern dünyada her şey hızlanıyor, her şey kolaylaştırılmaya çalışılıyor, birçok şeyi paketleştiriliyor. Bu "fast food kültürü"nde ne varsa öne hazır gelmeye başlıyor. Güzel giyinmek istediğinde modaya bakıyor, kitap okumak yerine ekşi sözlük'te entelektüel bilgiler tırtıklıyor. Bütün varlığını kapsayan inancını bile anadan atadan aldığı gibi bırakmış. Öyle gömülmüş ki sözde yaşayışını düzenleyecek kitabı okumaktan aciz. Boş kaldığında hayatı hakkında birazcık düşünmek yerine cep telefonuna iltica ediyor.
En son ne zaman yaptıklarımızın anlamı hakkında düşündük? Haydi düşündük diyelim, anlamsızlıkları veya çarpıklıkları veya eksiklikleri değiştirmeye çaba gösteriyor muyuz? Aklımıza gelmiyor, gerek görmüyoruz, buna vaktimiz yok, fazlasıyla zor şeyler bunlar.
İşte gerçek tembellik budur. O bildiğimiz tembeller topluma bir şey vermezler ve bu yüzden asalaktırlar. Fakat pekala çalışkan tembeller de masum değildirler. Bazen sokaktaki çocuklara bakar ve bunlar da bizim gibi şartlarda büyüseydi, ellerinde fırsat ve bilinç olsaydı acaba nasıl işler yaparlardı diye düşünürüm. Çalışkan tembeller kendilerine verilen fırsatların karşılığını ödüyorlar mı acaba? Belki burada imkanlarımızı bize toplum mu verdi de ona borçlu olalım sorusu sorulabilir. Buna cevaben denilebilir ki, hayır toplum vermedi fakat her şeyin Yaradan'ı olan verdi. Lakin bu sorumlu olunmadığı manasına gelmiyor, zira İslam olmuş bir birey olarak bizzat O'nun buyruğudur israf etmemek. İslam olmamışlar içinse "Tanrı yoksa her şey mübahtır" mantığı devreye giriyor, onlara sözüm yok, bu başka bir bahis. Esasen değil ama öyle etmekliğimiz lazım geliyor.
Acaba gerçekten yapmamız gerekenleri yapmaya çabamız var mı? Cesaretsizlik ve sığda kalmayı tercih etmekle gelen bu zihinsel tembellik bizi en fazla bir "şeref-i kâzib'e (sahte şeref)" kadar götürüyor. Tembelliğimizle başbaşa verip koyduğumuz ama aslında çok az kıymeti olan ya da beş para etmeyen hedeflere yani.
Bu yazıyı yazmak için neredeyse 2 ay harcadım; başka herhangi bir şey bu kadar uzun süre alıkoyabilir miydi bilmiyorum. Yapabildiğimiz ve yapmamız gerektiği halde yapmadığımız her işin tembeli olmaya ne kadar devam edeceğiz? Gerçek şu ki kıyamete kadar. Ama, ben yine de tarafımı belli etmiş olayım...
"Ne düşündüm, biliyor musunuz? Bu yaşam boyunca, sessizliğin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz. Kanımız bile bir tür sürekli gürültü yapıyor içimizde; çocukluğumuzdan beri alıştığımız için, bu gürültüyü seçemez oluyoruz. Ama yaşam boyunca, bu gürültü bastırdığı için bir türlü işitemediğimiz şeyler, uyumlar bulunduğunu düşünüyorum... Evet, ancak öldükten sonra gerçekten işitebileceğimizi düşünüyorum."
V'esselam.
9 Şaban 1437
13:21
About Sloth and Laziness / في الكسول
Tembellik hakkında düşündüğümüz pek az olmuştur. Hoş, tembellik hakkında düşünmek vacib de değil hatta ''neden düşünülsün ki tembellik hakkında?'' denilebilir. Fakat düşünüldüğü takdirde de ilginç durumların farkına varılabilir. Zira ekseriyetle köşede gizlenen bir olgudur tembellik; Rasûlullah Efendimiz (s) tembellikten Allah'a sığınmıştır, Hıristiyan inancındaki 7 Büyük Günah'tan biridir ama ne iştir ki hepimizin "cennetteki hal" tasavvurunda da az çok yeri olan bir şeydir, meylimiz vardır tembelliğe. Bu meylimiz belki de fizik kurallarından ileri gelmektedir. Derler ya sürtünme kuvveti denen olgu yüzünden her hareket halinde olan yavaşlamakta, hareket halinde olmayanlar ise durmaya devam etmekte. İnsan mikro-alemdir derler öyle ya... Hasıl-ı kelam, Efendimiz (s) duasında kendisinden Allah'a sığındı ise gerçekten önemli olmalı bu tembellik.
Tembelliği bahis konusu etmeye girişmeden önce bir mana inceliğine dikkat çekmek istiyorum: Tembellik dediğim şey ne acaba? Şahsen tanım yapmaya çalıştım ama tam olarak hakkından gelemedim (zaten kullandığımız birçok kelimeyi sözlükten öğrenmediğimiz için pek sıradışı bir durum olmasa gerek).
Tembellik derken kasıt ''üşengeçlik'' değil. Genelde ''tembellik / miskinlik'' ve ''üşengeçliği'' karıştırır ya da bilerek birbirlerinin yerine kullanırız. Üşengeçlik (laziness) denilince daha geçici bir hal anlaşılıyor ya da ben öyle anlıyorum. İnsan yorgundur, canı sıkılmıştır veya o an önemli bulmamıştır ve herhangi bir işi yapmamıştır ve bu pek ayıp bir şey değildir herhalde. Fakat bu yazının mevzu-u bahsi olan Miskinlik (sloth) ise anlık bir halden ziyade bir huy, bir alışkanlık gibi, insanın yaşamına sirayet etmiş ve onu yönlendiren bir karakter. Dolayısıyla Miskinlik, Üşengeçliği kapsıyor ama onunla aynı şey değil.
"Tembellik: Farsça tanbal (تنبل) kökünde gelmekte olup, fizikî veya ruhî işten kaçınma durumu; zarar göreceğini bile bile kolaya meyletme; emek sarf etmek istememe hali". Her şey zıddı ile kaim olduğuna göre tembelliğin kendisiyle beraber bir de zıddı olmalı. Ve bence bu da çalışkanlık değil, hırs ya da azimdir. Çünkü çalışkan insanlar da tembel olabilir, hatta bazen çalışkanlık tembelliği gizleyen bir peçedir. Çalışkanlık olsa olsa üşengeçliğin zıddıdır. Tembellik hissinden dolayı insan üşengeçlik yapar ya da azimli olduğundan dolayı ümitsizliğe kapılmaz ve çalışır. Yani her ikisi de birer dışa vurumdur, içsel değildir, esas değildir.
Yüzyıllar boyu genelde istemek ve yapmak üzerine sözler söylemişiz. Hala da öyle. İki gün erken kalkan bir gün kazanır vb. sözler. Bu belki de yaptığımız şeylerin etkisini gördüğümüz ama yapmadığımız şeylerle neleri değiştirebileceğimizi pek bilemediğimiz yahut düşünmediğimiz içindir. Şu bir gerçek ki tembellik, hayatta hemen hiçbir zaman olduğu gibi karşımıza çıkmıyor. Düpedüz bir tembelliği YGS-LYS vb.lerinden önce, bir de dilencilerde görüyoruz herhalde. Böyle olmasa belki ondan kurtulmamız daha kolay olurdu. Ve yine böyle olmasa tembellik bu kadar tehlikeli ve hatta ölümcül olmazdı. Doğrudan göremediğimiz için yavaş yavaş ilerler tembellik ve bir gün karşısına bir bilmem-ne'ye giriş sınavı çıkar da öyle anlar kişi ne derece uyuşmuş olduğunu. Tembellik insanı vaktinden önce yaşlandırır demiş Hz. Ali. Hakikaten de öyle; genelde yaşlılar fazla iş yapmaz, bedenleri müsait değildir buna bir kere. Ama tembeller?
"Tutkularımız içinde en az tanıdığımız tembelliktir; şiddeti duyulmasa, yol açtığı zararlar çok gizli bile olsa, tutkuların en azgını, en kurnazıdır... Tembelliğin rahatlığı, ruhun gizli bir büyüsüdür, ruh onun yüzünden en ateşli kovalamaları ve en inatçı kararları birdenbire havada bırakır.
Bu tutku hakkında gerçek bir fikir verebilmek için tembelliğin, ruh için bir mutluluk, bütün yitiklerin avuntusu olan, bütün iyiliklerin yerini tutan bir mutluluk olduğunu söylemek gerekir."
Tembelliğin tanımı hakkında değil ama neden çok tehlikeli oluşundan bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü tembellik çok gizlidir. Hem kendisi zikredilince bizim anladığımız o bildik mananın ardında, hem de hayatın kendini sürükleyiş düzeni içindeki sayısız olgunun ardında gizlidir. Hepsi bir yana içimizde gizlidir ve onu fark etmeyiz. Bu şekilde hissettirmeden ve bize tembelleştiğimizi düşündürmeden en derinimize işler. Ve böylece "asıl yapmamız gerekenler dururken, hoşumuza giden ve işimize gelenlerle avunup dururuz". Yapmanız gerektiği ve nasıl yapılacağını da bildiğiniz halde yapmadığınız herhangi bir şeyi düşünün, neden yapmadığınızı düşünün ve en son bunun hakkında ne zaman düşündüğünüzü düşünün. Ne kadar çok zaman geçmiş değil mi?
Bu konuda yaşadığım bir şeyi anlatmak istiyorum:
Yaklaşık 10 ay evvel Binbir Gece Masalları'nda Sendibad'ın Sergüzeştleri faslını okurken bir ''tembel'' figürüyle karşılaşmıştım. Adanın birinde tembel adamlar yaşıyordu. Adaya yolu düşen talihsizleri bir bahaneyle yanlarına çağırıyor, gelince de sırtlarına yapışıp bir daha inmiyorlardı. Konakları nereye giderse onlar da oraya gidiyor, o ne yerse onlar da ondan yiyorlardı. Yemek vermeyecek olursa kafasına vuruyorlardı (hatırladığım kadarıyla) ve sonuç olarak sırtına bindikleri zavallı telef olana dek böylece yaşayıp gidiyorlardı. Sendibad kendi tembelinden bol bol içki içirip sarhoş ederek kurtulmuştu. Bu bir kenarda dursun; 3 ay kadar önce yurtdışında meşhur bir dağa tırmanmaya gitmiştik ve orada da tıpkı masaldaki gibi adamlar vardı. Tırmanılan yol boyunca dağda yaşayan tembeller sıralanmıştı. 10-12 merdiven tırmanıyor ve köşeyi dönünce bir tembel görüyordunuz. Üstleri başları hiç yıkanmış mı merak uyandırıyor, elleri yüzleri en son ne zaman su gördü bilinmez bir haldeydiler. Güneş hiç acımıyordu o dağda insana ama uzun sakalları, çelimsiz vücutları ve o yörenin insanlarına özgü bıyıklarıyla hemen hepsi kendisine derme çatma bir güneşlik yapmıştı ve oradaydılar işte. Bir kayanın altında bohçalanmış ve kirden kararmaya yüz tutmuş yorganlarını görüyordunuz. Orada yatıyor orada kalkıyor ve dileniyor ve yemek yiyorlardı; tüm dertleri bunlardı sanki. Bizim yaşadığımız dünyadan bîhaberdiler, mesela otobüste giderken tutacakta bile dizi reklamı görmüyorlardı. Esasen otobüse reklamın niye konulduğundan haberleri var mıydı ondan da emin değilim. Sade, çok daha sade bir yaşamdı onlarınki. Oldukça kötü ama diğer yandan da masum. Ve inanın mutsuz olduklarını sanmıyorum. Muhtemelen hala oradadırlar eğer canları sıkılmadıysa. Canlarının sıkılmaması da tembelliklerine verilmiş bir ceza olsa gerek. Ne ise. Bu karşılaşma daha evvel okuduğum tembel adamları hatırlattı ve düşündüm.
Tembelleri ikiye ayırıyorum: üşengeç tembeller ve çalışkan tembeller. Bu tip "tembeller" ilk sınıfa giriyor ve diğerlerine nazaran daha az ortalıktalar. Zaten bunlar toplumda da hoş karşılanmıyor. Sosyal konumları genellikle dilencilikten öte gidemiyor. Bunun çeşitli sebepleri olmakla beraber asıl sebep olarak ''asalak'' olarak görülmelerini düşünüyorum. Nitekim Sendibad masalında da tembeller topluma yaptıkları etki bakımından olsa gerek (ilk anlatıcı bu kadar ince bir anlayış güttü mü bilemiyoruz ama) asalaklık ile özdeşleştiriliyorlar. Başkasının sırtından geçinen tipler. Dolayısıyla hemen hemen hiç kimse bu tip bir tembeli sevmez ve böyle olmaktan kaçınır. Hem, bir nebze aşağılanmışlık da vardır bunun içinde. Peki, ya başka tip bir tembellik ile ma'lülsek, o bildik mananın ardındaki ile?
Tembellik az evvelki gibi kendisini durgunluk, bıkkınlık ve üşengeçlik olarak gösterse de daha çok öncelik sırasında arkada olan hatta o an yapılmaması gereken işlere yönelik çılgın bir aktiflikte görülebilir. Bu ise kendimizi "çalışkan bir tembellikle" aldatmaktan başka bir şey değil. Modern dünyada her şey hızlanıyor, her şey kolaylaştırılmaya çalışılıyor, birçok şeyi paketleştiriliyor. Bu "fast food kültürü"nde ne varsa öne hazır gelmeye başlıyor. Güzel giyinmek istediğinde modaya bakıyor, kitap okumak yerine ekşi sözlük'te entelektüel bilgiler tırtıklıyor. Bütün varlığını kapsayan inancını bile anadan atadan aldığı gibi bırakmış. Öyle gömülmüş ki sözde yaşayışını düzenleyecek kitabı okumaktan aciz. Boş kaldığında hayatı hakkında birazcık düşünmek yerine cep telefonuna iltica ediyor.
En son ne zaman yaptıklarımızın anlamı hakkında düşündük? Haydi düşündük diyelim, anlamsızlıkları veya çarpıklıkları veya eksiklikleri değiştirmeye çaba gösteriyor muyuz? Aklımıza gelmiyor, gerek görmüyoruz, buna vaktimiz yok, fazlasıyla zor şeyler bunlar.
İşte gerçek tembellik budur. O bildiğimiz tembeller topluma bir şey vermezler ve bu yüzden asalaktırlar. Fakat pekala çalışkan tembeller de masum değildirler. Bazen sokaktaki çocuklara bakar ve bunlar da bizim gibi şartlarda büyüseydi, ellerinde fırsat ve bilinç olsaydı acaba nasıl işler yaparlardı diye düşünürüm. Çalışkan tembeller kendilerine verilen fırsatların karşılığını ödüyorlar mı acaba? Belki burada imkanlarımızı bize toplum mu verdi de ona borçlu olalım sorusu sorulabilir. Buna cevaben denilebilir ki, hayır toplum vermedi fakat her şeyin Yaradan'ı olan verdi. Lakin bu sorumlu olunmadığı manasına gelmiyor, zira İslam olmuş bir birey olarak bizzat O'nun buyruğudur israf etmemek. İslam olmamışlar içinse "Tanrı yoksa her şey mübahtır" mantığı devreye giriyor, onlara sözüm yok, bu başka bir bahis. Esasen değil ama öyle etmekliğimiz lazım geliyor.
Acaba gerçekten yapmamız gerekenleri yapmaya çabamız var mı? Cesaretsizlik ve sığda kalmayı tercih etmekle gelen bu zihinsel tembellik bizi en fazla bir "şeref-i kâzib'e (sahte şeref)" kadar götürüyor. Tembelliğimizle başbaşa verip koyduğumuz ama aslında çok az kıymeti olan ya da beş para etmeyen hedeflere yani.
Bu yazıyı yazmak için neredeyse 2 ay harcadım; başka herhangi bir şey bu kadar uzun süre alıkoyabilir miydi bilmiyorum. Yapabildiğimiz ve yapmamız gerektiği halde yapmadığımız her işin tembeli olmaya ne kadar devam edeceğiz? Gerçek şu ki kıyamete kadar. Ama, ben yine de tarafımı belli etmiş olayım...
"Ne düşündüm, biliyor musunuz? Bu yaşam boyunca, sessizliğin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz. Kanımız bile bir tür sürekli gürültü yapıyor içimizde; çocukluğumuzdan beri alıştığımız için, bu gürültüyü seçemez oluyoruz. Ama yaşam boyunca, bu gürültü bastırdığı için bir türlü işitemediğimiz şeyler, uyumlar bulunduğunu düşünüyorum... Evet, ancak öldükten sonra gerçekten işitebileceğimizi düşünüyorum."
V'esselam.
2 Nisan 2016 Cumartesi
Son ve başlangıç / E'n-nihayeh ve'l-bidayeh
النهاية و البدعاية
3 Nisan 2016
25 Cemaziyelahir 1437
01:15
Uzun bir aradan sonra merhaba. Çok zamandır yazmak istiyor fakat bir türlü yazamıyordum. Bazen insan rüyasında koşmak ister son gücüyle ama koşamaz bir türlü ya, elinden gelmez, öyle bir durumdu işte bizimkisi de. Geçenlerde yürürken bu blog hakkında değişik düşünceler geldi aklıma. Mesela fark ettim ki blog yazmaya ilk başladığımda şu an olduğumdan çok farklı düşünceler içindeymişim. Şunu yazarım, bunu yaparım, şöyle ederim, böyle olur gibi birçok plan vardı kafamda. Nitekim kimisini yaptım da; fakat işler öyle gitmiyor. Anladım ki bunları yapmak istememin arkasındaki amaç ya da beni bunlara iten saik "okunacak olma" düşüncesiydi. Elbette yazılar birilerince okunmak için yazılır ama burada kastettiğim, bu yazılar aracılığıyla kendimce varlığımı ispatlamaya çalışmamdı. Yani güya "biz de buradayız birader, ona göre" diyordum bu şekilde.
Bir zamandır düşünüyorum da bu doğru bir niyet değil. Başkalarına gösteriş için yazılmamalı bir yazı, içten gelmeli ya da bir hakikati ifade etmeli ya da her neyse. Nitekim geri dönüp baktığımda yazdıklarımın çoğunun -bilhassa ilklerin- gülümsetecek derecede sevimli olduklarını görüyorum. Acemiliğim ve blog yazmayı bilmeyişimle beraber, tutturduğum işleyişin de düzensiz olması, yazıların birbirinden kopuk ve temasız olmalarına sebep vermiş. Onları sırf bana ders olsunlar diye kaldırmıyorum.
Hoş, bizimkisi onlarınkinin yanına bile koyulamaz ama uzaktan da olsa bir benzerlik var, İmam Gazali ve Bediüzzaman'ın bir zamanlar yaşadıkları değişimlerle. Denilir ki İmam Gazali 33 gibi erken bir yaşta Bağdat'ta Nizamiye medreselerinin başmüderrisi olarak ilim, şan, şöhret ve makamın belki de zirvesine erişmiş. Fakat bir zaman gelmiş ki tüm bunları niçin yaptığını, o konumda ne niyetle bulunduğunu sorgulamış. Yanlış hatırlamıyorsam kendi ifadesiyle cehennemin kıyısına kadar geldiğini fark etmiş. Zira tüm bunların ardında Allah rızasından başka bir şey varmış. İstifa etmiş ve 11 senelik uzun bir inzivaya çekilmiş. Düşünüyorum da sevdiğim, hayranlık duyduğum, örnek aldığım ve benden çok çok daha iyi insanlar olduğunu bildiğim (birçok açıdan) kimseler bile buna ihtiyaç duyuyorsa, bu halim, tavrım, rahatlığım da nedir? Niyeti en baştan doğru tutmamak, suyu bulandırmak neden?
Yine denilir ki
خلاصي نيست اصلا هيچكس را
از اين جام و از اين ساقي و از اين مي
(Halâsî nîst aslâ hîçkesrâ / Ez în câm u ez în sâkî-yu ez în mey) yani "Hiç kimseye kurtuluş yoktur / Bu kadehten, bu sâkiden, bu içkiden". Herkes "hata" şarabından içer; kimi az içer kimi çok. النهاية (son) derken maksudumuz, bu sarhoşluğumuza bir son vermek idi. البدعاية (başlangıç) derken ise niyetimizi doğrultmak, işleyişimizi tamir etmek ve bir düzen tutturmak idi. Öyle ya "İnsan o mudur ki içi dışına çevrilse teneffür edilecek haller zahir ola?"
Hem belki daha nelere başlangıç olur bu son, kim bilir? Gözler arkasında bir perdeden kendi sergüzeştimi ben de sizinle beraber izleyeceğim. Sonsuz cehaletimiz simsiyah bir denizse, tüm yazıp çizeceklerim üzerinde yaktığım bir kibrit olacak (ne kadar aydınlatabilir ki). Fakat neden bilmem, yine de yazmak istiyorum. Gösterişsiz, büyüklenmesiz, samimi bir şekilde. Sebebini kim bilebilir tam manasıyla; insanın varoluşuyla ilgili gerçeklerde yatan o ironik ihtiyaçlardan biri yüzünden belki de.
Sonraki yazılarda görüşmek dileğiyle, selametle.
3 Nisan 2016
25 Cemaziyelahir 1437
01:15
Uzun bir aradan sonra merhaba. Çok zamandır yazmak istiyor fakat bir türlü yazamıyordum. Bazen insan rüyasında koşmak ister son gücüyle ama koşamaz bir türlü ya, elinden gelmez, öyle bir durumdu işte bizimkisi de. Geçenlerde yürürken bu blog hakkında değişik düşünceler geldi aklıma. Mesela fark ettim ki blog yazmaya ilk başladığımda şu an olduğumdan çok farklı düşünceler içindeymişim. Şunu yazarım, bunu yaparım, şöyle ederim, böyle olur gibi birçok plan vardı kafamda. Nitekim kimisini yaptım da; fakat işler öyle gitmiyor. Anladım ki bunları yapmak istememin arkasındaki amaç ya da beni bunlara iten saik "okunacak olma" düşüncesiydi. Elbette yazılar birilerince okunmak için yazılır ama burada kastettiğim, bu yazılar aracılığıyla kendimce varlığımı ispatlamaya çalışmamdı. Yani güya "biz de buradayız birader, ona göre" diyordum bu şekilde.
Bir zamandır düşünüyorum da bu doğru bir niyet değil. Başkalarına gösteriş için yazılmamalı bir yazı, içten gelmeli ya da bir hakikati ifade etmeli ya da her neyse. Nitekim geri dönüp baktığımda yazdıklarımın çoğunun -bilhassa ilklerin- gülümsetecek derecede sevimli olduklarını görüyorum. Acemiliğim ve blog yazmayı bilmeyişimle beraber, tutturduğum işleyişin de düzensiz olması, yazıların birbirinden kopuk ve temasız olmalarına sebep vermiş. Onları sırf bana ders olsunlar diye kaldırmıyorum.
Hoş, bizimkisi onlarınkinin yanına bile koyulamaz ama uzaktan da olsa bir benzerlik var, İmam Gazali ve Bediüzzaman'ın bir zamanlar yaşadıkları değişimlerle. Denilir ki İmam Gazali 33 gibi erken bir yaşta Bağdat'ta Nizamiye medreselerinin başmüderrisi olarak ilim, şan, şöhret ve makamın belki de zirvesine erişmiş. Fakat bir zaman gelmiş ki tüm bunları niçin yaptığını, o konumda ne niyetle bulunduğunu sorgulamış. Yanlış hatırlamıyorsam kendi ifadesiyle cehennemin kıyısına kadar geldiğini fark etmiş. Zira tüm bunların ardında Allah rızasından başka bir şey varmış. İstifa etmiş ve 11 senelik uzun bir inzivaya çekilmiş. Düşünüyorum da sevdiğim, hayranlık duyduğum, örnek aldığım ve benden çok çok daha iyi insanlar olduğunu bildiğim (birçok açıdan) kimseler bile buna ihtiyaç duyuyorsa, bu halim, tavrım, rahatlığım da nedir? Niyeti en baştan doğru tutmamak, suyu bulandırmak neden?
Yine denilir ki
خلاصي نيست اصلا هيچكس را
از اين جام و از اين ساقي و از اين مي
(Halâsî nîst aslâ hîçkesrâ / Ez în câm u ez în sâkî-yu ez în mey) yani "Hiç kimseye kurtuluş yoktur / Bu kadehten, bu sâkiden, bu içkiden". Herkes "hata" şarabından içer; kimi az içer kimi çok. النهاية (son) derken maksudumuz, bu sarhoşluğumuza bir son vermek idi. البدعاية (başlangıç) derken ise niyetimizi doğrultmak, işleyişimizi tamir etmek ve bir düzen tutturmak idi. Öyle ya "İnsan o mudur ki içi dışına çevrilse teneffür edilecek haller zahir ola?"
Hem belki daha nelere başlangıç olur bu son, kim bilir? Gözler arkasında bir perdeden kendi sergüzeştimi ben de sizinle beraber izleyeceğim. Sonsuz cehaletimiz simsiyah bir denizse, tüm yazıp çizeceklerim üzerinde yaktığım bir kibrit olacak (ne kadar aydınlatabilir ki). Fakat neden bilmem, yine de yazmak istiyorum. Gösterişsiz, büyüklenmesiz, samimi bir şekilde. Sebebini kim bilebilir tam manasıyla; insanın varoluşuyla ilgili gerçeklerde yatan o ironik ihtiyaçlardan biri yüzünden belki de.
Sonraki yazılarda görüşmek dileğiyle, selametle.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)