2015'i geride bırakıp 2016'ya girerken kafir takvimi hesabıyla 21 yaşına girmiş oluyorum. Bu demek oluyor ki Efendimiz'in (s.a.s) mübarek ömrünün üçte birini geride bıraktım. Zaman durmadan geçip gidiyor. Ölüm ne zaman gelecek acaba?
Düşünmek sünnettir: Ortalama bir ömrün üçte birini geride bırakmış bir haldeyim ve arkada bıraktıklarım ileride nasıl geri dönecek bilmiyorum. Daha ne kadar yaşayacağımı da bilmiyorum. Kendileriyle yaşamımı sürdürdüğüm ve elde etmekten ziyade bana verilmiş olan şeyler (her şey; aile, eğilimler, zayıflık ve kabiliyetler ila âhir) ile ne yapmam gerektiğini merak ediyorum. Üç kişiden kısaca bahsetmek istiyorum.
1) Oldukça sıcak bir yaz günü Tahran'da otobüsle giderken hayal meyal şöyle bir duvar yazısı gördüğümü hatırlıyorum: "You'r stupid, that's the why..!". Bozuk bir İngilizce ile Ortadoğulu bir genç, "Sen aptalsın, işte sebebi bu" yazmış. Fakat acaba bunu niye yazdı? Ne tür düşüncelere sahip biri bunu yazardı; kimdi, nasıl biriydi? Hedefleri neydi, nereye doğru giderdi?
2) Suriyeli bir arkadaşım. Şam Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi bitirmiş, dört dil konuşabiliyor; Arapça, İngilizce, Fransızca ve Türkçe. Üstelik bilgisayardan da anlıyor, iyi bir CV'si var. Ama o şu an burada ve hamallık gibi vasıf gerektirmeyen işlerde, çok da parlak olmayan şartlar altında çalışıyor. Ailesi Suriye'de mahsur. Ağabeyi zorla orduya alınmış. Burada hiç kimsesi yok ama çok fazla borcu var.
Bir gün onu arayıp "hiç sesin soluğun çıkmıyor seni merak ettim" dediğimde, "gerçekten ettin mi?" demişti.
3) Okulumuzun yakınlarındaki bir camide karşılaştığım biri. İmam, insanlar camiden hoşnut ayrılsınlar diye kapının yanına çay makinesi koymuş, böylelikle insanlara ikramda bulunuyordu. Bir defasında oradan çay almak için bekliyordum. Benden önce evsiz bir adam vardı, bardağını dolduruyordu. O sırada imamı gördü ve onu çok sevdiğini söyledi. Öyle içten söyledi ki güldüm. Gülmeme alınmış gibi, "biz de insanız be abi" dedi.
Ve dönüp kendime baktığımda görüyorum ki milyarlarca insandan yalnızca biriyim. Hiç kimse aklıma gelmese bile şu üç insandan biri olabilirdim. Fakat Allah beni böyle yarattı. Bazı yaz geceleri köy evimizden göğe bakıp da gördüğüm yıldızlı manzaranın içinde gibi hissediyorum. Şu an buraya bunları yazabiliyorsam, yazdırıyorsa Allah, bir karşılığı olmalı bizim biz oluşumuzun. En basitinden şu sorunun bir yanıtı olmalı: Neden hukuk fakültesindeyim? Benden istenen nedir? 15. senesine girdiğim eğitim hayatından var oluşuma dair ne öğrenmiş durumdayım? Yoksa bunlar üzerinde düşünmemiz istenmeyen meseleler mi? Başka hayatların hayatlarımız üzerinde hakları yok mu?
Sanki diyorum, bir anlamı olmalı tüm sahip olduklarımızın. Her türlü riyâkarlığın, gösterişin ötesinde bir yerde; faydasız edebiyatın/felsefenin, köşe yazılarının, bir ninni gibi sürekli telkin edilen yükselme hırsının dışında; yemekten önce elleri yıkamak gibi bir anlamı.
Bulan özünü, gören yüzünü
Bir yüzü dahi görmek dilemez
Vuslatta olan hayrette kalan
Aklın diremez, kendin bulamaz
Her şâm ü seher odlara yanar
Hem benzi solar ağlar gülemez
Âşık olagör, sâdık olagör
Cehd eylemeyen menzil alamaz
Meftûn olalı, mecnûn olalı
Bu Mısrî dahi akla gelemez
30 Aralık 2015 Çarşamba
20 Aralık 2015 Pazar
Beklenmedik bir karşılaşma
Geçen hafta yaşadığım bir olay ve bendeki etkileri üzerine yazmaya başladığım bir yazı.
Böyle bir şey yapmayı pek sevmesem de, hani olur da izlemek isterseniz, bu yazıdan sonra, Run Lola Run diye bir film var onu izleyebilirsiniz.
----------------
13 Aralık 2015 Pazar
Bahariye Mevlevihane'sinde az evvel birine bir soru sormuşum ve şimdi çıkmış, Haliç kıyısı boyunca yürüyorum. Hava soğuk ama güzel. Sağda çocuklar futbol oynuyor, solda ufak tekneler yanyana sıralanmış. Bir tanesinin camında el yazısı fontuyla şöyle yazıyor: ''Bu naz başka''. Bu cümlenin anlamsızlığına gülümsüyorum. Acaba bunu yazdıran kimdi? Yazdırırken ne geçti aklından? Şişman mıydı zayıf mı? Nasıl bir çevrede büyümüştü ne iş ile iştiğal ederdi? Neşeleniyorum. Biraz daha ilerleyince sağ tarafıma geniş bir çimenlik geliyor. Yere dökülmüş bir şeyi yiyen kargaları korkutuyorum, birbirlerine bağıran kazların ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum, güneşe bakıyorum. Neşeliyim.
Az daha yürüyeyim diyorum madem, otobüse binmeyeyim. İki dakika kadar sonra daha evvel fark etmediğim bir cami görüyorum. Cami avlusunu temizleyen amcaya oradaki medrese odalarının nasıl kullanılacağını soruyorum. Bir kısmı kitapçılara verilecek bir kısmı da Arapça dersleri gibi faaliyetler için ayrılacak diyor. Teşekkür ediyorum, avlunun denize bakan girdiğim kapısından değil de sokağa bakan diğer kapısından çıkıyorum. Ufak bir mezarlık çıkıyor karşıma. Mezarlık duvarına kimisi #şiirsokakta yazmış, kimisi sevdiği kimse ile kendi isminin baş harflerini. Birisi cCc Bayırbucak, bir ikisi de ellerini duvara koyup çizmiş. Neşeliyim, gülümsüyorum. Yoldan biri gelse de mezarlık duvarına yapılan bu şeyler hakkında konuşsak diyorum içimden. Tevafuk ki 55-60 yaşlarında biri geliyor ve o da duraksayıp duvardaki yazılara bakmaya başlıyor. ''Ya'' diyorum, ''bu hiç yapılır mı be?''. Ama öfkelenmiş değilim sırf söze girmiş olmak için böyle yapıyorum. ''Ne adamlar var bu memlekette değil mi amca ya?''.
Adam demeyecektim işte. Herhalde kırılma tam da o anda gerçekleşti. İşte tam da o anda karar verdi amca ne cevap vereceğine.
Adam.
Adam...
...
Geçen haftalarda biriyle konuşurken ona şöyle demiştim: ''Günlük hayatta Allah'a olan inancımın ve imanımın yansımalarını arıyorum''. Bunu (hâşâ) şüphelerim yahut haddim dahilinde olduğundan yapmıyordum ama İbrahim (a.s) gibi kalbimin mutmain olması için yapıyordum (Bakara Suresi 260). Bunu yapmam doğru muydu bilmem fakat tüm yanlışlarım için Allah'a sığınıyorum.
İşte bu haletin üzerinden birkaç hafta geçmiş, ben yatışmış ve meselenin üzeri tozlanmaya başlamışken, geçen hafta Pazar günü yaşadıklarım sayesinde günlük hayatta, akidevi unsurlardan olan kader ve külli irade-cüz'i irade inancının birebir izdüşümünü gördüm. Sadece bunu görmekle kalmadım, üstüne üstlük hep hayal edegeldiğim bir ruh halini yaşamayı Allah teala nasip etti: Bir kitabın içinde yaşıyormuş gibi hissetmeyi! Sevgili okuyucular, geçen hafta yarım saatliğine de olsa Dostoyevski'nin Ebedi Koca* kitabının içinde yaşadım. Çünkü mezarlık duvarının önünde rastgeldiğim adam, o kitaptaki Pavel Pavloviç Trusotski karakterine müthiş derecede benzeyen ve anlattığına göre, kitapta o karakterin yaşadığı olayların çok benzeri başına gelmiş bir adamdı. Kitap 1870 yılında yayınlanmıştı, adam ve ben 2015 yılında yaşıyorduk. Adam 145 sene önce oluşturulmuş bir karakteri yaşayarak canlandırmıştı.
...
''Evet oğlum, çok.. çok boş adamlar (başka bir kelime kullanacaktı ama yapmadı) var bu memlekette. Hatta akrabalarından bile. Yani ben bir defasında akrabamız olan bir adamı-. Memleket nere senin? Bak ben Karadenizliyim ...''
Şahitlik edeceğim bir aldatılış hikayesiydi ama oldukça aşağılık cinsten bir aldatılış hikayesi. Kulağa tuhaf geliyor ama amca beni ilk defa görmesine rağmen sekiz sene önce başına gelen o olayı anlattı. Sekiz sene önce olmuş ama etkileri hala çok taze olan felaketi. Sizlerin de zihnini kirletmemek için o kısmı fazla zikretmeyeceğim. Anlatacağı şeye kısa bir giriş yaptıktan sonra ''gel çay iç'' dedi. ''Yok amca sağ ol ben buraların yerlisi değilim öyle geziniyorum'' dedim. ''Özür dilerim oğlum yanlış anlama, gel çay iç'' diye yineledi. Az ileride bir çaycıya oturduk.
Acayip adamdı gerçekten. Sana, silah çekilse anlatılmayacak şeyi anlattım dedi. Acaba niçin? Belki de onu hiç tanımadığım ve bir daha görmeyeceğim için bunu bir fırsat bildi. Üzerinde acizliğin ve onuru kırılmışlığın eserleri vardı. Bitimsiz bir sıkıntı içindeydi ve sürekli of çekiyordu. Dünyası yıkılmış ve hayattan bir beklentisi kalmamıştı.
Sürekli "anladın mı ne dediğimi" ve "özür dilerim" diyordu. Bu olay ruhuna öyle nüfuz etmiş ki birkaç kez konuyu değiştirmeme rağmen bir şekilde bağlantı kurup dönüp dolaşıp bunu anlattı. Bir süre sonra sadece dinlenilmek istediğini anladım. Allah sabır versin gibi temenniler dışında yorum yapmadım. Sanki güçsüz değil de, incinmiş değil de kendisi bırakmış, kendisi üzerine gitmemiş olduğunu, bana ve aslında kendine anlatmak istiyordu. İşin iç yüzünü anladığımda oralı bile olmadılar diyordu. Bilakis karısının ona suç attığını, sen getirdin onu bizim eve dediğini söyledi. Zaten ne yapsan suçlu olursun dedi. Sanıyorum ruhuna en derin yarayı açan da buydu; bir korkunun bir utanmanın ona çok görülmesi; varlığının onları buna sevk edememesi, bir hiç yerine konulmasıydı. Belki de artık etkisiz biri olduğunu düşünüyordu. Devamlı; ne yapayım, Allah hayırlısını versin, Allah hayırlı iman, hayırlı Kur'an versin diyordu. Hayırlı Kur'an.
Dinlediğim şeylerden sizinle paylaştığım sadece bu kısmı için şöyle demiş kitapta Dostoyevski:
''İlk ihanetlerinde suçlu hep kocadır. Bunun ardından mükemmel bir içtenlik gelir, kendilerini kesinlikle haklı ve tamamen masum görürler.
Öte yandan, böyle bir kadına uygun düşen ve bütün görevi bu kadına uygun düşmek olan bir koca tipi de vardı. Böyle bir kocanın asıl görevi "ebedi koca" olmaktı, yani o hayatı boyunca kocadan başka bir şey değildi. Böyle adamlar koca olmak için doğup büyürler, kendilerine özgü karakterleri olsa bile evlenir evlenmez karılarının tamamlayıcısı oluverirler. Bu tip bir kocanın en belirgin özelliği alnındaki madalyalardır. Boynuzlarının olmaması güneşin doğmaması demektir. Bu gerçekten habersizdirler, doğaları gereği habersiz olmak zorundadırlar.''
İşte tam da buydu karşılaştığım. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ne oluyordu Allah aşkına? Bu semte birine sadece bir soru sormak için gelmiştim ve şimdi hiç tanımadığım bir adamın belki de en mahrem sırrını dinliyordum. Ben buraya nereden geldim dedim. Halbuki en başta adamın sadece memleket nere, ne okuyorsun gibi sıradan ''amca'' sohbeti yapacağını sanmıştım. Sebepler birer zincir halkası gibi birbirine geçmişti.
Yapmaya çalıştığım muzipliğin beni hayal ettiğimden ne kadar farklı bir yere getirdiğini düşündükçe gülmek istiyor, fakat o görmesin diye elimle ağzımı kapatıyordum. Adam ise artık normal sayılamayacak derecede detaylara girmeye başlamış, sanki anlattıkça yüklerinden kurtuluyor gibi bir haldeydi. Acaba ruhu nasıl bir hasar almıştı? Müsaade istedim, sizin için dua edeceğim dedim. Yine özür diledi, yanlış anladın dedi. Onu, başkasından kendisine dua etmesini isteyen biri zannettiğimi düşündü. Tam aksine bunun içimden geldiğini söyledim ve korkuyla yanından ayrıldım.
Bu tuhaf Pazar sabahı bir şeyleri belirgin hale getirdi benim için. Genelde olduğu gibi biraz dolaşıp, yorgunluk hissini duyunca da ayrılsaydım böyle olmayacaktı. Ama oldu. Nasıl oldu da ben bunları yaşadım diye düşündüm. Ve zihnimde bir sıralama yaptım.
Evvela, bugün buraya sormak için geldiğim soru 3 hafta önce aklıma gelmişti fakat ancak bu hafta fırsat bulup da gelebilmiştim. O soruyu sormaya niyetlenmesem buraya gelmeyecektim. Gelmek bir yana, daha önceki haftalarda gelmiş olsam büyük ihtimalle bu adamla karşılaşmayacaktım. İşin sadece aktif kısmını düşünürsek 3 haftalık bir geçmişe sahip ki bu bile çok şaşırtıcı. Evet, 3 hafta sonra yaşayacağınız bir olayı ufak bir hareketinizle belirliyorsunuz. Bir de pasif yani görünmeyen yüzü var işin. Yani bir insan bir soruyu niye sorar? Onu soru sormaya iten etkenler nedir? Kendim için düşündüm de, bu işin Müslüman olmamdan tutun ilkokuldaki sınıf öğretmenime kadar dolaylı da olsa alakası var. Aynı şekilde soru konusunun da böyle olduğunu düşünürsek, sırf bugünkü olay için belki yüz binlerce etken bir araya gelmiş oluyor. Muazzam bir manzara değil mi?
Hayatımız başlangıcından bitişine kadar mucizelerle (aciz bırakan) dolu ama bunlarla aramızda çok kalın bir ünsiyet perdesi var. Yani nasıl diyeyim... düşünmüyoruz hayatımız hakkında. Zaman, hadiseler ile atbaşı gidiyor. Bize olan bir şeyin belki asırlarca geçmişi var ve bizim yapacağımız bir şeyin başka insanların hayatlarında kartopu etkisi yapma ihtimali çok büyük. İnsan soyu olarak hadiselerle yaşıtız. Nasıl ki Hz. Âdem'den bu yana devam ede geliyorsak, ilk hadise de diğerlerini doğurmaya aynı şekilde devam ediyor.
Kader karşısında ne kadar da küçüğüz, hayatın istediğimiz şekilde gidebilmesi için Allah'a dua etmeye ne kadar da muhtacız. Seçimlerimiz ne kadar da önemli. Bu hassas terazi ve baş döndürücü akış içerisinde yapacağımız herhangi bir seçim bir ömür kıymetinde olabilir. Bir sözümüz, bir yüz ifademiz ile başka hayatların gidişine yön verebiliriz. Nitekim veriyoruz da.
SübhanAllah ve inne'l hamdelillah.
Böyle bir şey yapmayı pek sevmesem de, hani olur da izlemek isterseniz, bu yazıdan sonra, Run Lola Run diye bir film var onu izleyebilirsiniz.
----------------
13 Aralık 2015 Pazar
Bahariye Mevlevihane'sinde az evvel birine bir soru sormuşum ve şimdi çıkmış, Haliç kıyısı boyunca yürüyorum. Hava soğuk ama güzel. Sağda çocuklar futbol oynuyor, solda ufak tekneler yanyana sıralanmış. Bir tanesinin camında el yazısı fontuyla şöyle yazıyor: ''Bu naz başka''. Bu cümlenin anlamsızlığına gülümsüyorum. Acaba bunu yazdıran kimdi? Yazdırırken ne geçti aklından? Şişman mıydı zayıf mı? Nasıl bir çevrede büyümüştü ne iş ile iştiğal ederdi? Neşeleniyorum. Biraz daha ilerleyince sağ tarafıma geniş bir çimenlik geliyor. Yere dökülmüş bir şeyi yiyen kargaları korkutuyorum, birbirlerine bağıran kazların ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum, güneşe bakıyorum. Neşeliyim.
Az daha yürüyeyim diyorum madem, otobüse binmeyeyim. İki dakika kadar sonra daha evvel fark etmediğim bir cami görüyorum. Cami avlusunu temizleyen amcaya oradaki medrese odalarının nasıl kullanılacağını soruyorum. Bir kısmı kitapçılara verilecek bir kısmı da Arapça dersleri gibi faaliyetler için ayrılacak diyor. Teşekkür ediyorum, avlunun denize bakan girdiğim kapısından değil de sokağa bakan diğer kapısından çıkıyorum. Ufak bir mezarlık çıkıyor karşıma. Mezarlık duvarına kimisi #şiirsokakta yazmış, kimisi sevdiği kimse ile kendi isminin baş harflerini. Birisi cCc Bayırbucak, bir ikisi de ellerini duvara koyup çizmiş. Neşeliyim, gülümsüyorum. Yoldan biri gelse de mezarlık duvarına yapılan bu şeyler hakkında konuşsak diyorum içimden. Tevafuk ki 55-60 yaşlarında biri geliyor ve o da duraksayıp duvardaki yazılara bakmaya başlıyor. ''Ya'' diyorum, ''bu hiç yapılır mı be?''. Ama öfkelenmiş değilim sırf söze girmiş olmak için böyle yapıyorum. ''Ne adamlar var bu memlekette değil mi amca ya?''.
Adam demeyecektim işte. Herhalde kırılma tam da o anda gerçekleşti. İşte tam da o anda karar verdi amca ne cevap vereceğine.
Adam.
Adam...
...
Geçen haftalarda biriyle konuşurken ona şöyle demiştim: ''Günlük hayatta Allah'a olan inancımın ve imanımın yansımalarını arıyorum''. Bunu (hâşâ) şüphelerim yahut haddim dahilinde olduğundan yapmıyordum ama İbrahim (a.s) gibi kalbimin mutmain olması için yapıyordum (Bakara Suresi 260). Bunu yapmam doğru muydu bilmem fakat tüm yanlışlarım için Allah'a sığınıyorum.
İşte bu haletin üzerinden birkaç hafta geçmiş, ben yatışmış ve meselenin üzeri tozlanmaya başlamışken, geçen hafta Pazar günü yaşadıklarım sayesinde günlük hayatta, akidevi unsurlardan olan kader ve külli irade-cüz'i irade inancının birebir izdüşümünü gördüm. Sadece bunu görmekle kalmadım, üstüne üstlük hep hayal edegeldiğim bir ruh halini yaşamayı Allah teala nasip etti: Bir kitabın içinde yaşıyormuş gibi hissetmeyi! Sevgili okuyucular, geçen hafta yarım saatliğine de olsa Dostoyevski'nin Ebedi Koca* kitabının içinde yaşadım. Çünkü mezarlık duvarının önünde rastgeldiğim adam, o kitaptaki Pavel Pavloviç Trusotski karakterine müthiş derecede benzeyen ve anlattığına göre, kitapta o karakterin yaşadığı olayların çok benzeri başına gelmiş bir adamdı. Kitap 1870 yılında yayınlanmıştı, adam ve ben 2015 yılında yaşıyorduk. Adam 145 sene önce oluşturulmuş bir karakteri yaşayarak canlandırmıştı.
...
''Evet oğlum, çok.. çok boş adamlar (başka bir kelime kullanacaktı ama yapmadı) var bu memlekette. Hatta akrabalarından bile. Yani ben bir defasında akrabamız olan bir adamı-. Memleket nere senin? Bak ben Karadenizliyim ...''
Şahitlik edeceğim bir aldatılış hikayesiydi ama oldukça aşağılık cinsten bir aldatılış hikayesi. Kulağa tuhaf geliyor ama amca beni ilk defa görmesine rağmen sekiz sene önce başına gelen o olayı anlattı. Sekiz sene önce olmuş ama etkileri hala çok taze olan felaketi. Sizlerin de zihnini kirletmemek için o kısmı fazla zikretmeyeceğim. Anlatacağı şeye kısa bir giriş yaptıktan sonra ''gel çay iç'' dedi. ''Yok amca sağ ol ben buraların yerlisi değilim öyle geziniyorum'' dedim. ''Özür dilerim oğlum yanlış anlama, gel çay iç'' diye yineledi. Az ileride bir çaycıya oturduk.
Acayip adamdı gerçekten. Sana, silah çekilse anlatılmayacak şeyi anlattım dedi. Acaba niçin? Belki de onu hiç tanımadığım ve bir daha görmeyeceğim için bunu bir fırsat bildi. Üzerinde acizliğin ve onuru kırılmışlığın eserleri vardı. Bitimsiz bir sıkıntı içindeydi ve sürekli of çekiyordu. Dünyası yıkılmış ve hayattan bir beklentisi kalmamıştı.
Sürekli "anladın mı ne dediğimi" ve "özür dilerim" diyordu. Bu olay ruhuna öyle nüfuz etmiş ki birkaç kez konuyu değiştirmeme rağmen bir şekilde bağlantı kurup dönüp dolaşıp bunu anlattı. Bir süre sonra sadece dinlenilmek istediğini anladım. Allah sabır versin gibi temenniler dışında yorum yapmadım. Sanki güçsüz değil de, incinmiş değil de kendisi bırakmış, kendisi üzerine gitmemiş olduğunu, bana ve aslında kendine anlatmak istiyordu. İşin iç yüzünü anladığımda oralı bile olmadılar diyordu. Bilakis karısının ona suç attığını, sen getirdin onu bizim eve dediğini söyledi. Zaten ne yapsan suçlu olursun dedi. Sanıyorum ruhuna en derin yarayı açan da buydu; bir korkunun bir utanmanın ona çok görülmesi; varlığının onları buna sevk edememesi, bir hiç yerine konulmasıydı. Belki de artık etkisiz biri olduğunu düşünüyordu. Devamlı; ne yapayım, Allah hayırlısını versin, Allah hayırlı iman, hayırlı Kur'an versin diyordu. Hayırlı Kur'an.
Dinlediğim şeylerden sizinle paylaştığım sadece bu kısmı için şöyle demiş kitapta Dostoyevski:
''İlk ihanetlerinde suçlu hep kocadır. Bunun ardından mükemmel bir içtenlik gelir, kendilerini kesinlikle haklı ve tamamen masum görürler.
Öte yandan, böyle bir kadına uygun düşen ve bütün görevi bu kadına uygun düşmek olan bir koca tipi de vardı. Böyle bir kocanın asıl görevi "ebedi koca" olmaktı, yani o hayatı boyunca kocadan başka bir şey değildi. Böyle adamlar koca olmak için doğup büyürler, kendilerine özgü karakterleri olsa bile evlenir evlenmez karılarının tamamlayıcısı oluverirler. Bu tip bir kocanın en belirgin özelliği alnındaki madalyalardır. Boynuzlarının olmaması güneşin doğmaması demektir. Bu gerçekten habersizdirler, doğaları gereği habersiz olmak zorundadırlar.''
İşte tam da buydu karşılaştığım. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Ne oluyordu Allah aşkına? Bu semte birine sadece bir soru sormak için gelmiştim ve şimdi hiç tanımadığım bir adamın belki de en mahrem sırrını dinliyordum. Ben buraya nereden geldim dedim. Halbuki en başta adamın sadece memleket nere, ne okuyorsun gibi sıradan ''amca'' sohbeti yapacağını sanmıştım. Sebepler birer zincir halkası gibi birbirine geçmişti.
Yapmaya çalıştığım muzipliğin beni hayal ettiğimden ne kadar farklı bir yere getirdiğini düşündükçe gülmek istiyor, fakat o görmesin diye elimle ağzımı kapatıyordum. Adam ise artık normal sayılamayacak derecede detaylara girmeye başlamış, sanki anlattıkça yüklerinden kurtuluyor gibi bir haldeydi. Acaba ruhu nasıl bir hasar almıştı? Müsaade istedim, sizin için dua edeceğim dedim. Yine özür diledi, yanlış anladın dedi. Onu, başkasından kendisine dua etmesini isteyen biri zannettiğimi düşündü. Tam aksine bunun içimden geldiğini söyledim ve korkuyla yanından ayrıldım.
Bu tuhaf Pazar sabahı bir şeyleri belirgin hale getirdi benim için. Genelde olduğu gibi biraz dolaşıp, yorgunluk hissini duyunca da ayrılsaydım böyle olmayacaktı. Ama oldu. Nasıl oldu da ben bunları yaşadım diye düşündüm. Ve zihnimde bir sıralama yaptım.
Evvela, bugün buraya sormak için geldiğim soru 3 hafta önce aklıma gelmişti fakat ancak bu hafta fırsat bulup da gelebilmiştim. O soruyu sormaya niyetlenmesem buraya gelmeyecektim. Gelmek bir yana, daha önceki haftalarda gelmiş olsam büyük ihtimalle bu adamla karşılaşmayacaktım. İşin sadece aktif kısmını düşünürsek 3 haftalık bir geçmişe sahip ki bu bile çok şaşırtıcı. Evet, 3 hafta sonra yaşayacağınız bir olayı ufak bir hareketinizle belirliyorsunuz. Bir de pasif yani görünmeyen yüzü var işin. Yani bir insan bir soruyu niye sorar? Onu soru sormaya iten etkenler nedir? Kendim için düşündüm de, bu işin Müslüman olmamdan tutun ilkokuldaki sınıf öğretmenime kadar dolaylı da olsa alakası var. Aynı şekilde soru konusunun da böyle olduğunu düşünürsek, sırf bugünkü olay için belki yüz binlerce etken bir araya gelmiş oluyor. Muazzam bir manzara değil mi?
Hayatımız başlangıcından bitişine kadar mucizelerle (aciz bırakan) dolu ama bunlarla aramızda çok kalın bir ünsiyet perdesi var. Yani nasıl diyeyim... düşünmüyoruz hayatımız hakkında. Zaman, hadiseler ile atbaşı gidiyor. Bize olan bir şeyin belki asırlarca geçmişi var ve bizim yapacağımız bir şeyin başka insanların hayatlarında kartopu etkisi yapma ihtimali çok büyük. İnsan soyu olarak hadiselerle yaşıtız. Nasıl ki Hz. Âdem'den bu yana devam ede geliyorsak, ilk hadise de diğerlerini doğurmaya aynı şekilde devam ediyor.
Kader karşısında ne kadar da küçüğüz, hayatın istediğimiz şekilde gidebilmesi için Allah'a dua etmeye ne kadar da muhtacız. Seçimlerimiz ne kadar da önemli. Bu hassas terazi ve baş döndürücü akış içerisinde yapacağımız herhangi bir seçim bir ömür kıymetinde olabilir. Bir sözümüz, bir yüz ifademiz ile başka hayatların gidişine yön verebiliriz. Nitekim veriyoruz da.
SübhanAllah ve inne'l hamdelillah.
3 Aralık 2015 Perşembe
Bir var olmaklık acısı
Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.
Eğitim öğretim yılına göre düşünürsek geçen sene ilkbaharda, Mihrimah Sultan Camii'nde namaz kıldıktan sonra avluda denizi seyreyliyordum. Lakin bu eylemi gerçekleştirmede yalnız değildim. Yürüyüşü ve fiziki yapısı oldukça tuhaf biri daha vardı. Zihinsel açıdan bir eksiği olup olmadığı anlaşılmıyordu. Hemen hemen yaşıt gibiydik. Bir süre baktık manzaraya. Sonra tanışmak istediğimi hatırlıyorum, sanırım yanına gittim ve merhaba dedim. Elimi tuttu ve merhaba dedi. Çekinmiyor değildim ama güzel bir histi. Zihinsel bir engeli de yoktu. Konuştuk, çeşitli konulardan konuştuk. İlkokuldan sonrasına gitmemiş. "Neden?" dedim, "İnsanlar" dedi.
"L'enfer c'est les autres"
Annesi ile gezmeyi çok severmiş. O gün de yine annesi ile gezdiği günlerden biriymiş. "Annem" dedi, "bir yere gitti, birazdan gelip beni alacak". Askerlik yaşını geçmişsiniz ve anneniz sizi bir yerlerden alıyor. "Geçenlerde Kadıköy'e gittik" dedi. Koyu Fenerliymiş. Galatasaraylı olduğumu söyleyince birkaç "anısını" anlattı. "Fener'in yendiği derbilerden birinden sonra internette bir şeyler yazdım ve beni bazı GS'liler sildi" dedi ve yüzünde bir gülümseme oluştu. Böyle ufak şeyler onun için anı haline gelmişti. Adını söyledi, onu eklememi tembihledi. "Tamam" dedim. Annesi seslendi aşağıdan. Vedalaştık, merdivenlerden düşer gibi ama düşmeden indi. Annesi gülümseyerek baktı bana. Herhalde ben de gülümsedim. El salladı, el salladım, gittiler. O gülümsemeye layık mıydım acaba?
Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.
Hasta, yorgun, üzgün. Arada sırada denk gelen, keyfinizin kaçık olduğu günlerden bir gün. Yürüyordum. Derken bir ara sokağa denk gelmiştim. O sokakta tanıdığım bir kitapçı vardı. "Selam versem mi?" dedim kendime kendime. Yapmam gereken bir iş de vardı ama "olsun" dedim. "Bu adama selam verdiğim zamanların çoğunda hiç beklemediğim güzel bir şey oluyor, belki yine olur. Belki hayatım değişir", aklımdan tam olarak bunları geçirdim.
"Nasılsın, iyiyim, Allah iyilik versin", bir kitap ilişiyor gözüme. İpince bir kitap. "Şu kadar ama sana şu olur, parasını da bir ara verirsin", halis adamın hali bir başka, halbuki öyle bir ricada bulunmamıştım bile. Teşekkür ediyor, izin istiyorum. İlk fırsatta kitabı okuyorum. Okuduğum en ince ama beni en çok sarsan kitaplardan biri oluyor. Aklıma o tanıştığım çocuğu getiriyor. O yapayalnız çocuğu.
Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.
Ve o çocuk, yalnızca ona moral vermek isteyenlerin beğendiği paylaşımlarına bir yenisini daha eklemişti. Sadece anne babasının olduğu doğum günü fotoğraflarına, "benim küçük dünyam" dediği odasının fotoğraflarına, Fener'in maçları hakkındaki -aslında boş konuşmadan ibaret olan- videolara, Cristiano Ronaldo'nun resimlerine (en sevdiği futbolcu), yeni çıkan bilgisayar oyunlarının tanıtım videolarına, Galatasaray'lıları kızdırmaya çalıştığı duvar yazılarına, sadece halası veya teyzesi gibi insanların -moral vermek amaçlı- yorum yazdığı profil fotoğraflarına, profil fotoğraflarının üzerine yazdığı dokunaklı ama kötü şiirlere... Kısacası kimsenin gerçekten umursamadığı paylaşımlarına şu cümleyi eklemişti:
"Bu sene çok şey yazmicam kisaca dünyanın en sahte en yapmacık günü 3aralik"
Telefondan başımı kaldırdım ve o an dünyaya karşı hissettiği kopuklukta onunla hemhâl oldum. Dedim ki, dünyaya böyle gelmek de vardı değil mi Harun?
Kitap: Hakan Albayrak - Ebuzer.
Eğitim öğretim yılına göre düşünürsek geçen sene ilkbaharda, Mihrimah Sultan Camii'nde namaz kıldıktan sonra avluda denizi seyreyliyordum. Lakin bu eylemi gerçekleştirmede yalnız değildim. Yürüyüşü ve fiziki yapısı oldukça tuhaf biri daha vardı. Zihinsel açıdan bir eksiği olup olmadığı anlaşılmıyordu. Hemen hemen yaşıt gibiydik. Bir süre baktık manzaraya. Sonra tanışmak istediğimi hatırlıyorum, sanırım yanına gittim ve merhaba dedim. Elimi tuttu ve merhaba dedi. Çekinmiyor değildim ama güzel bir histi. Zihinsel bir engeli de yoktu. Konuştuk, çeşitli konulardan konuştuk. İlkokuldan sonrasına gitmemiş. "Neden?" dedim, "İnsanlar" dedi.
"L'enfer c'est les autres"
Annesi ile gezmeyi çok severmiş. O gün de yine annesi ile gezdiği günlerden biriymiş. "Annem" dedi, "bir yere gitti, birazdan gelip beni alacak". Askerlik yaşını geçmişsiniz ve anneniz sizi bir yerlerden alıyor. "Geçenlerde Kadıköy'e gittik" dedi. Koyu Fenerliymiş. Galatasaraylı olduğumu söyleyince birkaç "anısını" anlattı. "Fener'in yendiği derbilerden birinden sonra internette bir şeyler yazdım ve beni bazı GS'liler sildi" dedi ve yüzünde bir gülümseme oluştu. Böyle ufak şeyler onun için anı haline gelmişti. Adını söyledi, onu eklememi tembihledi. "Tamam" dedim. Annesi seslendi aşağıdan. Vedalaştık, merdivenlerden düşer gibi ama düşmeden indi. Annesi gülümseyerek baktı bana. Herhalde ben de gülümsedim. El salladı, el salladım, gittiler. O gülümsemeye layık mıydım acaba?
Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.
Hasta, yorgun, üzgün. Arada sırada denk gelen, keyfinizin kaçık olduğu günlerden bir gün. Yürüyordum. Derken bir ara sokağa denk gelmiştim. O sokakta tanıdığım bir kitapçı vardı. "Selam versem mi?" dedim kendime kendime. Yapmam gereken bir iş de vardı ama "olsun" dedim. "Bu adama selam verdiğim zamanların çoğunda hiç beklemediğim güzel bir şey oluyor, belki yine olur. Belki hayatım değişir", aklımdan tam olarak bunları geçirdim.
"Nasılsın, iyiyim, Allah iyilik versin", bir kitap ilişiyor gözüme. İpince bir kitap. "Şu kadar ama sana şu olur, parasını da bir ara verirsin", halis adamın hali bir başka, halbuki öyle bir ricada bulunmamıştım bile. Teşekkür ediyor, izin istiyorum. İlk fırsatta kitabı okuyorum. Okuduğum en ince ama beni en çok sarsan kitaplardan biri oluyor. Aklıma o tanıştığım çocuğu getiriyor. O yapayalnız çocuğu.
Dün, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü idi.
Ve o çocuk, yalnızca ona moral vermek isteyenlerin beğendiği paylaşımlarına bir yenisini daha eklemişti. Sadece anne babasının olduğu doğum günü fotoğraflarına, "benim küçük dünyam" dediği odasının fotoğraflarına, Fener'in maçları hakkındaki -aslında boş konuşmadan ibaret olan- videolara, Cristiano Ronaldo'nun resimlerine (en sevdiği futbolcu), yeni çıkan bilgisayar oyunlarının tanıtım videolarına, Galatasaray'lıları kızdırmaya çalıştığı duvar yazılarına, sadece halası veya teyzesi gibi insanların -moral vermek amaçlı- yorum yazdığı profil fotoğraflarına, profil fotoğraflarının üzerine yazdığı dokunaklı ama kötü şiirlere... Kısacası kimsenin gerçekten umursamadığı paylaşımlarına şu cümleyi eklemişti:
"Bu sene çok şey yazmicam kisaca dünyanın en sahte en yapmacık günü 3aralik"
Telefondan başımı kaldırdım ve o an dünyaya karşı hissettiği kopuklukta onunla hemhâl oldum. Dedim ki, dünyaya böyle gelmek de vardı değil mi Harun?
Kitap: Hakan Albayrak - Ebuzer.
7 Kasım 2015 Cumartesi
Düşünsel işkenceler
1. Gün
İnsan ruhunun uğradığı bazı felaketler vardır. Ruh bu felaketler neticesinde ızdırap ateşi içinde kavrulur. Bu ızdırap, benzetilmek istenirse, şöyle bir histir; içinizde bir yerlerde acımasız bir varlık tırnaklarını kara tahtaya sürtüyor ve dayanılmaz bir ses çıkartıyordur. Ses zihninizin duvarlarında ile'l-ebed yankılanıyor ve kaçamıyorsunuzdur. Nereye gitseniz beyhudedir, yapılması gerekeni bilmezsiniz. Belki başka sesler ile bu sesi bastırırsınız ve bir nebze rahat edersiniz lakin her boşlukta yeniden duymaya başlarsınız. Eğer ses yavuz bir ses ise bunu da yapamayabilirsiniz. Biraz dinmesini beklemek zorundasınızdır.
Birkaç gün evvel böylesi bir ses ile boğuşuyordum. Kesinlikle bir felakete uğramıştım. Bu sadece okuyucu olan sizlere gülünç, ya da en azından sıradan gelecektir. Nitekim böyle olması çok doğal. Bir sebepten ötürü belli bir konu ve o konuyla ilintili olarak kendim üzerinde hiç durmadan düşünüyordum. Aklım fikrim hep bu vehim ile meşguldü. Artık bu hal çevremdekilerle olan bağlarıma etkiyor; insanlar ile konuşurken gözlerine bakamıyor dolayısı ile de ruhlarına temas edemiyordum. Aramızdaki şeffaflık engelleniyordu. Dikkatsiz davranışlarımdan ötürü kendi kendimi azarlamama rağmen yine de gidişin önünü alamıyordum. Düşünmek güzel yetenek ama artık düşünmek istemez olmuştum. Durmak neden böyle imkan dışıydı ki? Nedendi, yaptığımın mantıksızlığını biliyor iken duramamak nedendi?
"Yemin ederim, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık."
"İnsanoğlu mutlu değil, çünkü mutlu olduğunu bilmiyor. Hepsi bu... Hepsi bu! Bunu öğrenen biri mutlu olacaktır! Hemen o anda".
Diyor Kirilov. Ama keşke, keşke dediği kadar basit olsaydı. Keşke bunu yapamamak, yapamayacağını bilmek, ruha rahatsızlık vermeseydi. İde dünyasında bunu yapmak ne kadar kolay değil mi? Peki Kirilov, sen insanın zihniyle başbaşa olmasının trajik bir anlam kazandığı o anları hiç yaşadın mı; derin nefesler almaya ihtiyaç, zihnini kusmaya istek duymuş olabileceğin? Bu düşünsel zindandan kaçış yöntemleri düşündün mü? İnsan olmak biraz da böyle bir zayıflığa meylettirir.
2. Gün
Süleymaniye'nin arka bahçesinde, henüz kimselerin içine çekmediği havaları soluyabileceğiniz bir vakitteyim. Herhangi bir minarenin şerefesinden uçurtma gibi şöyle bir süzülüversem nasıl olurdu diye hissetmeye çalışıyorum. İçimi tersyüz edebilip tüm göğü kaplasam rahatlardım belki. İçeri giriyorum.
İçeride yaşanan şeylerin İmam için artık sıradan hale geldiğini görüyorum. Sağda solda ilgisiz bakışlarla gezinen gözleri, tilavetten sonra salıverdiği gülünç öksürük de iddiama hak veriyor sanki. Emin olmak için elini sıkıyorum, hissizliği görünce emin oluyorum. Bunlar, ve tilavet esnasında takınmak zorunda olduğumuz, aksi takdirde bir terslik hissedeceğimiz o kendine has tavrı izlemek, içten bir tebessüm olarak yüzümde karşılık buluyor. Herkes yavaş yavaş çıkıyor, bir köşede kaldığım yerden düşünmeye devam ediyorum.
İnsanlar ruh felaketlerinden kaçmak için kendilerince yollar aramışlar. Mesela biri şöyle demiş:
''Hep esrik olmalı insan. Tüm sorun burada; tek sorun budur. Zamanın, omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerek.
Neyle? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.
Örneğin kimi zaman bir sarayın merdivenlerinde, bir kuytunun yeşil otlarında, ya da odanızda insanın içini karartan o yalnızlık içinde uyanmışsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: Saat sarhoş olma saati! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle.''
Bu düşünce kesinlikle ilgi çekici ama tatmin edici değil. Bir hikmete dayanmıyor. Zavallı ruhlara yaraşır bir hareket (yüce ruhlu olduğumu iddia etmiyorum lakin olmaya elbette çabalıyorum). Öyleyse ne yapmalı? Bu sorudan hareketle onlarca kişi kendince bir şeyler öne sürdü. Hesse gibi bazıları dönüp dolaşıp birkaç temel hazza yüklenmeyi önererek hayvan seviyesine indi. Kimileri kulak ardı etmeye kalktı. ''Ruhunuza bir kılıç saplanmışsa, yapılacak ilk iş, serin kanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın soğukluğunu bir taşın soğukluğuyla kabul etmektir. Birbiri ardına saplanan kılıç darbeleri sayesinde yaralanmazlık aşamasına varmaktır''. Halbuki her kulak ardı edilen büyüyerek dönecekti. Kimileri de intiharı teşvik etti, lâkin biliyordu; ''... ama aptalca bir mutsuzluktu bu, kısır bir mutsuzluk. Çünkü aptalca olmasaydı, ölümden o kadar korkmazdım, oysa gerçekte özlediğim şeydi ölüm!''. Hiçbir çözüm bulamayanlar kendilerinden tiksindiler: ''Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.''
Tüm bu düşüncelerin sonunda elime geçen, koca bir hiç. Hâlâ aynı sıkıntı içerisindeyim. Bilmiyorum, acaba karanlıkta kaybettiğim yüzüğü aydınlıkta mı arıyorum? Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, çıkıp gidiyorum. Kitaplığımın karşısına geliyor, herhangi bir beklenti içinde olmadan bir kitap alıyorum.
''İnziva
Resulullah (s.a.s.)'ın yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde her şeyden uzaklaşma arzusu doğmaya başladı. Allah-u Teala ona, Hira mağarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hira mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki bir mağaradır. Resulullah (s.a.s.) orada inzivaya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibadet ediyordu. ...
Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resulullah'ın (s.a.s.) gönlüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumi olarak Müslümanların hayatında, hususi olarak da İslâm davetçilerinin hayatında yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.
Resulullah'ın (s.a.s.) bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir Müslüman, ibadetlerin her türlüsünü yerine getirerek (nitekim bendeniz Harun da yapması gerektiği gibi bunlara özen gösterirdi, fakat yine de bu hale gelebilmişti) faziletlerle süslenmiş olsa bile ( هذمِن فَضْلِ رَبِّي ) bütün bunlara halvet ve uzlet halini katmadıkça, o zamanlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı düşünmedikçe, kainatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o Müslümanın İslâm'lığı (teslim oluşu) olgunluğa erişemez!
...
Bunun hikmeti şudur: İnsan nefsinin* (lütfen en sondaki açıklamayı okuyun) sebep olduğu birtakım felaketler vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dünyanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma konusundaki nefs muhasebesi önler. Buna göre kibir, ucub (kendini beğenme), riya ve dünya sevgisi (belki nankörlük ...) hepsi nefsin felaketleridir. Ve bu hallerin sahibi zahirde salih amel ve makbul ibadetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, bu hasletler kişiyi etkisi altına alır, kalbin derinliklerine kadar nüfuz eder ve insanın içinde yıkıcı rolünü oynar. Bu felaketlere karşı hiçbir çare yoktur. Ancak bu felaketlere maruz kalan, nefsiyle başbaşa kaldıkça bunların hakikatlerini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun yaratıcısı huzurundaki zavallı halini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab gününün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ile ikabının ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek. İşte bu sürekli ve derin düşünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler. Kalbi irfan ve saffet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belalarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.
... Allah sevgisi, mücerret aklî imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet, böyle olsaydı müsteşrikler Allah'a ve Resulü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resulü'ne karşı sevgi ile dolup taşardı. Halbuki şimdiye kadar sen, alimlerden birinin matematik kaidesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temizlediğini duydun mu?
Allah sevgisine, O'na imandan sonra, yegâne etken Allah'ın nimetleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uzlete çekilmekle tamamlanır.''
Aklıma şu hadis geldi: ''İman iki eşit parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.'' Sahi, neydi şükür? Şükür, ''dini kelime'' olarak kodladığımız ve küçümsediğimiz bir şey miydi? Öyle ya, kurtuluşun yolu imandan geçiyordu, iman da iki eşit parçaydı.
Kendi başımıza getirdiğimiz sıkıntıların çoğunun temeli ya sabırsızlık, ya şükürsüzlük diye düşündüm. Şükran kalpten gelen bir şeydi. Düşünmeyi ve sıkıntıyı durduramıyordum çünkü buna karşı duracak güç kalbimden gelmiyordu. Daha önce başka insanlarca bulunan çözümler de ya sabır ya şükür yönünden eksikti. Hatta bazısı kime şükran duyacağını bile bilmemekteydi. Şükretmem gerektiğini unutmuştum. Zaten insan kelimesinin iki kökünden birinin unutmak olduğu söylenir. Biri nesy yani unutma diğeri ise alışma manasına gelen ünsiyet. Bir hikmet parçası göz kırpıyor değil mi? Alışmak ve unutmak. Nefsten gelen bu hasletlerden ötürü hayatın güç bir yanı da aynı şeyi uzun süre ciddiye almak.
Sonunda biraz sessizliğe kavuşuyorum. Kendimi yokluyorum, hakikaten de kalbimin üzerindeki külçe kalkmış ve hafiflemişim.
Allah'a sonsuz şükürler olsun.
-----------------
Açıklama: Burada kullanılan nefs kelimesi insanın yaradılışdan getirdiği yapısını ifade ediyor. Yani doğasını. Aslında nefs kelimesi yerine ruhu kullanacaktım ama aslına sadık kalmayı tercih ettim. Çünkü nefs deyince okuduğunuzu "dini metin" kategorisine atacaktınız. Kesinlikle hayır, yapmak istediğim şey yazıp yazıp en sonunda "dine bağlamak" değil. Böyle düşünülmesini samimiyetime yöneltilmiş bir hakaret kabul ediyorum. Hatta bazen kendime kendime ''eğer Müslüman doğmasak kaçımız Müslüman olurdu'' diye soruyorum. Kendimce, ki bu yaşlarda artistlik yapmaya çok eğilimliyizdir, hikmeti aradım. Belki bunu yaparken yanılmış da olabilirim. Öyleyse kusuruma bakmayın. Hatalarımın affı için Allah'a sığınırım.
Selâmetle.
İnsan ruhunun uğradığı bazı felaketler vardır. Ruh bu felaketler neticesinde ızdırap ateşi içinde kavrulur. Bu ızdırap, benzetilmek istenirse, şöyle bir histir; içinizde bir yerlerde acımasız bir varlık tırnaklarını kara tahtaya sürtüyor ve dayanılmaz bir ses çıkartıyordur. Ses zihninizin duvarlarında ile'l-ebed yankılanıyor ve kaçamıyorsunuzdur. Nereye gitseniz beyhudedir, yapılması gerekeni bilmezsiniz. Belki başka sesler ile bu sesi bastırırsınız ve bir nebze rahat edersiniz lakin her boşlukta yeniden duymaya başlarsınız. Eğer ses yavuz bir ses ise bunu da yapamayabilirsiniz. Biraz dinmesini beklemek zorundasınızdır.
Birkaç gün evvel böylesi bir ses ile boğuşuyordum. Kesinlikle bir felakete uğramıştım. Bu sadece okuyucu olan sizlere gülünç, ya da en azından sıradan gelecektir. Nitekim böyle olması çok doğal. Bir sebepten ötürü belli bir konu ve o konuyla ilintili olarak kendim üzerinde hiç durmadan düşünüyordum. Aklım fikrim hep bu vehim ile meşguldü. Artık bu hal çevremdekilerle olan bağlarıma etkiyor; insanlar ile konuşurken gözlerine bakamıyor dolayısı ile de ruhlarına temas edemiyordum. Aramızdaki şeffaflık engelleniyordu. Dikkatsiz davranışlarımdan ötürü kendi kendimi azarlamama rağmen yine de gidişin önünü alamıyordum. Düşünmek güzel yetenek ama artık düşünmek istemez olmuştum. Durmak neden böyle imkan dışıydı ki? Nedendi, yaptığımın mantıksızlığını biliyor iken duramamak nedendi?
"Yemin ederim, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık."
"İnsanoğlu mutlu değil, çünkü mutlu olduğunu bilmiyor. Hepsi bu... Hepsi bu! Bunu öğrenen biri mutlu olacaktır! Hemen o anda".
Diyor Kirilov. Ama keşke, keşke dediği kadar basit olsaydı. Keşke bunu yapamamak, yapamayacağını bilmek, ruha rahatsızlık vermeseydi. İde dünyasında bunu yapmak ne kadar kolay değil mi? Peki Kirilov, sen insanın zihniyle başbaşa olmasının trajik bir anlam kazandığı o anları hiç yaşadın mı; derin nefesler almaya ihtiyaç, zihnini kusmaya istek duymuş olabileceğin? Bu düşünsel zindandan kaçış yöntemleri düşündün mü? İnsan olmak biraz da böyle bir zayıflığa meylettirir.
2. Gün
Süleymaniye'nin arka bahçesinde, henüz kimselerin içine çekmediği havaları soluyabileceğiniz bir vakitteyim. Herhangi bir minarenin şerefesinden uçurtma gibi şöyle bir süzülüversem nasıl olurdu diye hissetmeye çalışıyorum. İçimi tersyüz edebilip tüm göğü kaplasam rahatlardım belki. İçeri giriyorum.
İçeride yaşanan şeylerin İmam için artık sıradan hale geldiğini görüyorum. Sağda solda ilgisiz bakışlarla gezinen gözleri, tilavetten sonra salıverdiği gülünç öksürük de iddiama hak veriyor sanki. Emin olmak için elini sıkıyorum, hissizliği görünce emin oluyorum. Bunlar, ve tilavet esnasında takınmak zorunda olduğumuz, aksi takdirde bir terslik hissedeceğimiz o kendine has tavrı izlemek, içten bir tebessüm olarak yüzümde karşılık buluyor. Herkes yavaş yavaş çıkıyor, bir köşede kaldığım yerden düşünmeye devam ediyorum.
İnsanlar ruh felaketlerinden kaçmak için kendilerince yollar aramışlar. Mesela biri şöyle demiş:
''Hep esrik olmalı insan. Tüm sorun burada; tek sorun budur. Zamanın, omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerek.
Neyle? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.
Örneğin kimi zaman bir sarayın merdivenlerinde, bir kuytunun yeşil otlarında, ya da odanızda insanın içini karartan o yalnızlık içinde uyanmışsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saatin kaç olduğunu sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak: Saat sarhoş olma saati! Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle.''
Bu düşünce kesinlikle ilgi çekici ama tatmin edici değil. Bir hikmete dayanmıyor. Zavallı ruhlara yaraşır bir hareket (yüce ruhlu olduğumu iddia etmiyorum lakin olmaya elbette çabalıyorum). Öyleyse ne yapmalı? Bu sorudan hareketle onlarca kişi kendince bir şeyler öne sürdü. Hesse gibi bazıları dönüp dolaşıp birkaç temel hazza yüklenmeyi önererek hayvan seviyesine indi. Kimileri kulak ardı etmeye kalktı. ''Ruhunuza bir kılıç saplanmışsa, yapılacak ilk iş, serin kanlılıkla durumu izlemek, kan kaybetmemek, kılıcın soğukluğunu bir taşın soğukluğuyla kabul etmektir. Birbiri ardına saplanan kılıç darbeleri sayesinde yaralanmazlık aşamasına varmaktır''. Halbuki her kulak ardı edilen büyüyerek dönecekti. Kimileri de intiharı teşvik etti, lâkin biliyordu; ''... ama aptalca bir mutsuzluktu bu, kısır bir mutsuzluk. Çünkü aptalca olmasaydı, ölümden o kadar korkmazdım, oysa gerçekte özlediğim şeydi ölüm!''. Hiçbir çözüm bulamayanlar kendilerinden tiksindiler: ''Düşünmenin önüne geçebilsem hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.''
Tüm bu düşüncelerin sonunda elime geçen, koca bir hiç. Hâlâ aynı sıkıntı içerisindeyim. Bilmiyorum, acaba karanlıkta kaybettiğim yüzüğü aydınlıkta mı arıyorum? Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, çıkıp gidiyorum. Kitaplığımın karşısına geliyor, herhangi bir beklenti içinde olmadan bir kitap alıyorum.
''İnziva
Resulullah (s.a.s.)'ın yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde her şeyden uzaklaşma arzusu doğmaya başladı. Allah-u Teala ona, Hira mağarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hira mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki bir mağaradır. Resulullah (s.a.s.) orada inzivaya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibadet ediyordu. ...
Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resulullah'ın (s.a.s.) gönlüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumi olarak Müslümanların hayatında, hususi olarak da İslâm davetçilerinin hayatında yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.
Resulullah'ın (s.a.s.) bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir Müslüman, ibadetlerin her türlüsünü yerine getirerek (nitekim bendeniz Harun da yapması gerektiği gibi bunlara özen gösterirdi, fakat yine de bu hale gelebilmişti) faziletlerle süslenmiş olsa bile ( هذمِن فَضْلِ رَبِّي ) bütün bunlara halvet ve uzlet halini katmadıkça, o zamanlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı düşünmedikçe, kainatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o Müslümanın İslâm'lığı (teslim oluşu) olgunluğa erişemez!
...
Bunun hikmeti şudur: İnsan nefsinin* (lütfen en sondaki açıklamayı okuyun) sebep olduğu birtakım felaketler vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dünyanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma konusundaki nefs muhasebesi önler. Buna göre kibir, ucub (kendini beğenme), riya ve dünya sevgisi (belki nankörlük ...) hepsi nefsin felaketleridir. Ve bu hallerin sahibi zahirde salih amel ve makbul ibadetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, bu hasletler kişiyi etkisi altına alır, kalbin derinliklerine kadar nüfuz eder ve insanın içinde yıkıcı rolünü oynar. Bu felaketlere karşı hiçbir çare yoktur. Ancak bu felaketlere maruz kalan, nefsiyle başbaşa kaldıkça bunların hakikatlerini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun yaratıcısı huzurundaki zavallı halini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab gününün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ile ikabının ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek. İşte bu sürekli ve derin düşünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler. Kalbi irfan ve saffet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belalarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.
... Allah sevgisi, mücerret aklî imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet, böyle olsaydı müsteşrikler Allah'a ve Resulü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resulü'ne karşı sevgi ile dolup taşardı. Halbuki şimdiye kadar sen, alimlerden birinin matematik kaidesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temizlediğini duydun mu?
Allah sevgisine, O'na imandan sonra, yegâne etken Allah'ın nimetleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uzlete çekilmekle tamamlanır.''
Aklıma şu hadis geldi: ''İman iki eşit parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.'' Sahi, neydi şükür? Şükür, ''dini kelime'' olarak kodladığımız ve küçümsediğimiz bir şey miydi? Öyle ya, kurtuluşun yolu imandan geçiyordu, iman da iki eşit parçaydı.
Kendi başımıza getirdiğimiz sıkıntıların çoğunun temeli ya sabırsızlık, ya şükürsüzlük diye düşündüm. Şükran kalpten gelen bir şeydi. Düşünmeyi ve sıkıntıyı durduramıyordum çünkü buna karşı duracak güç kalbimden gelmiyordu. Daha önce başka insanlarca bulunan çözümler de ya sabır ya şükür yönünden eksikti. Hatta bazısı kime şükran duyacağını bile bilmemekteydi. Şükretmem gerektiğini unutmuştum. Zaten insan kelimesinin iki kökünden birinin unutmak olduğu söylenir. Biri nesy yani unutma diğeri ise alışma manasına gelen ünsiyet. Bir hikmet parçası göz kırpıyor değil mi? Alışmak ve unutmak. Nefsten gelen bu hasletlerden ötürü hayatın güç bir yanı da aynı şeyi uzun süre ciddiye almak.
Sonunda biraz sessizliğe kavuşuyorum. Kendimi yokluyorum, hakikaten de kalbimin üzerindeki külçe kalkmış ve hafiflemişim.
Allah'a sonsuz şükürler olsun.
-----------------
Açıklama: Burada kullanılan nefs kelimesi insanın yaradılışdan getirdiği yapısını ifade ediyor. Yani doğasını. Aslında nefs kelimesi yerine ruhu kullanacaktım ama aslına sadık kalmayı tercih ettim. Çünkü nefs deyince okuduğunuzu "dini metin" kategorisine atacaktınız. Kesinlikle hayır, yapmak istediğim şey yazıp yazıp en sonunda "dine bağlamak" değil. Böyle düşünülmesini samimiyetime yöneltilmiş bir hakaret kabul ediyorum. Hatta bazen kendime kendime ''eğer Müslüman doğmasak kaçımız Müslüman olurdu'' diye soruyorum. Kendimce, ki bu yaşlarda artistlik yapmaya çok eğilimliyizdir, hikmeti aradım. Belki bunu yaparken yanılmış da olabilirim. Öyleyse kusuruma bakmayın. Hatalarımın affı için Allah'a sığınırım.
Selâmetle.
24 Ekim 2015 Cumartesi
Edouard'ın günlüğü
İşin en başında yazarla (bazı açılardan) benzer düşünceler içinde olduğumu görmek beni korkutmuştu.
E.: Edouard (yazmasam da olurdu biliyorum).
L.: Kim olduğunun ve kişiliğinin bu yazı açısından herhangi bir önemi yok.
--------------------
Edouard'ın günlüğü
18 Ekim
Anlaşılan L. gücünün farkında bile değil. Ama ben kendi yüreğimin gizlerini sezerim, bugüne kadar dolaylı olarak onun esinlemediği tek satır yazmadığımı iyi biliyorum. Yanımda çocuksu buluyorum onu. Sözlerimdeki bütün ustalığı; sürekli olarak ona bilgi vermek, onu inandırmak, onun gönlünü çelmek isteyişime borçluyum yalnız. Bir şey görüp, bir şey işitip de, ''O buna ne derdi?'' diye düşünmediğim olmaz. Kendi coşkunluğumu bırakır, yalnız onunkine bakarım artık. Hatta bana öyle geliyor ki, L. açık açık göstermese, kendi kişiliğim fazla bulanık yüzeyler biçiminde silinip giderdi; kendimi ancak onun çevresinde topluyor, onun çevresinde tanımlıyorum. Bugüne kadar onu işleyip kendime benzetebileceğimi sanmakla ne kadar aldanmışım! Tam tersine, ben ona benziyormuşum da farkında değilmişim! Daha doğrusu, aşk etkilerinin garip bir tesadüfüyle karşılıklı olarak ikimizin de benliği değişiyormuş. Birbirini seven iki yaratığın her biri isteminin, bilincinin dışında, ötekine göre biçimlenir, ötekinin gönlünde gördüğü sevgiliye benzemeye çalışır... Gerçekten seven kişi, içtenlikten el çeker.
Böyle aldattı beni. Düşüncesi her yerde benimkine eşlik ediyordu. Beğenisine, merakına, bilgisine hayran kalıyordum. Benim gönül verdiğimi gördüğü her şeyle tutkuyla ilgilenmesinin, sırf beni sevmesinden ileri geldiğini bilmiyordum. Çünkü kendisi hiçbir şey anlamıyordu. Her hayranlığı, düşüncesinin benim düşüncemin yanına yatırdığı rahat bir yataktan başka bir şey değildi; bugün anlıyorum bunu; yaratılışının derin gereğine karşılık veren bir şey yoktu; ''Yalnız senin için donanıyordum,'' diyecektir. Ama ben, o bunu yalnız kendisi için yapsın, bunu yaparken de içten, kişisel bir gereksinimle boyun eğsin isterdim. Benim için kendi benliğine işlediği bütün bu şeylerden iz bile kalmayacak, bir üzüntü bile, bir eksiklik duygusu bile. Bir gün gelir, gerçek varlık yeniden belirir, zaman bütün o iğreti giysileri yavaş yavaş çıkarır sırtından; öteki, yalnız bu süslere vurulmuşsa artık ancak kof bir süs, bir anı bastırır yüreğine... Ancak yaşlılık ve umutsuzluk bastırır.
Ah! Ne erdemlerle, ne kusursuzluklarla süslemişim onu!
Şu içtenlik sorunu ne sinirlendirici: İçtenlik! Bu konuya geldim mi yalnız onun içtenliğini düşünüyorum. Kendime yöneldiğim zaman sözcüğün anlamını bile kavrayamaz oluyorum. Hiçbir zaman, sandığım gibi değilim. Kendim sandığım varlık bile durmadan değişiyor, öyle ki, çoğu zaman, ben birleştirmesem, sabahki varlığım akşamki varlığımı tanımayacak. Hiçbir şey benim kadar farklı olamaz benden. Ancak bazı bazı, yalnızken görünür derinlik gözlerime, ancak o zaman köklü bir sürekliliğe ulaşırım; ama o zaman da yaşamım ağırlaşıyormuş, duruyormuş, varlığım sona erecekmiş gibime gelir. Ancak yakınlık duygusuyla çarpar yüreğim, ancak başkasıyla yaşarım; başkasının yerine geçmekle, birleşmeye yaşarım hatta; hiçbir zaman da bir başkası olmak için kendimden sıyrıldığım zamanki kadar yoğun ve güçlü yaşadığımı duymam.
Kökten koparmanın bu bencilliği -aykırı gücü o kadar fazladır ki- iyelik, bunun sonucu olarak da sorumluluk duygumu eritir. Böyle bir yaratık, evlenilebilecek bir yaratık değildir. Bunu nasıl anlatmalı L.'ye?
26 Ekim
Benim için hiçbir şeyin, şiirselden başka anlamı (bütün anlamını veriyorum sözcüğe) yoktur; kendimden başlamak üzere. Bazı bazı gerçekten yaşamıyormuşum da yalnızca yaşadığımı düşlüyormuşum gibime gelir. En zor inandığım şey kendi gerçekliğim. Durmamacasına sıyrılırım kendi kendimden; davranışıma baktığım zaman, davrandığını gördüğüm kimse ile bakan, aynı zamanda hem oyuncu hem seyirci olmasına şaşan, bundan kuşku duyan kimsenin aynı kimse olmasını pek anlayamam.
İnsanın duyduğunu sandığı şeyi duyduğunu anladığım günden sonra, ruh-bilimsel çözümleme benim için bütün ilginçliğini yitirdi. Duyduğu şeyi, duyduğunu sandığını düşünmeye başladım bundan dolayı. Aşkında da iyice görüyorum bunu: L. sevmemle onu sevdiğimi sanmam, onu daha az sevdiğimi sanmamla onu daha az sevmem arasındaki farkı kim seçebilir? Duygu alanında gerçek, düşten ayrılmaz. Sevmemiz için, sevdiğimizi düşlememiz yettiği gibi, sevdiğimiz zaman da sevdiğimizi düşlediğimizi düşünmemiz, daha az sevmemiş, sevdiğimizden biraz kopmamız, hatta ondan birkaç kristal koparmamız için yeterlidir. Ama bunu düşünmemiz için de önceden daha az sevmeye başlamış olmamız gerekmez mi?
İşte kitabımda X, böyle bir mantıkla Z'den kopmaya; daha önemlisi, onu kendinden koparmaya çalışacak.
28 Ekim
Aşkın birdenbire billurlaşmasından söz ederler durmadan. Hiç üzerinden durulmayan ağır ağır soğuma ise, beni çok daha fazla ilgilendiren bir ruh-bilim olayı. Bunun, belirli bir süre sonunda, bütün aşk evliliklerinden incelenebileceği düşüncesindeyim. L. için korkulacak bir şey yok bu konuda; aklın, ailesinin ve benim kendisine öğütlediğimiz gibi F. D. ile evlenirse elbet (çok iyi bir şey olur bu). D. üstün niteliklerle dolu, kendi alanında çok şey yapabilir (öğrencilerinin kendisini çok beğendiklerini işittim). Çok dürüst bir öğretmen. L. başlangıçta ondan ne kadar az şey beklemişse gün geçtikçe onda o kadar çok erdem bulacak. Onu övdüğü zaman bile tam hakkını veremiyor bence. D. onun sandığından daha iyi.
Ne güzel roman konusu: On beş-yirmi yıllık evlilik sonunda, eşlerin gittikçe artan karşılıklı soğumaları! Sevdiği ve sevilmek istediği sürece, seven kişi olduğu gibi görünemez, üstelik ötekini de görmez. Süslediği, tanrılaştırdığı, yarattığı bir yüce sevgili görür onun yerine.
Böyle L.'yi hem kendi kendine, hem de bana karşı uyardım. Aşkımızın kendisine de, bana da sürekli bir mutluluk sağlamayacağına inandırmaya çalıştım onu. Aşağı yukarı inandırdığımı da umarım.
...
--------------------
Öyle sanıyorum ki çok güzel, okunmaya değer bir parça bu. İşbu sebepten sizinle paylaştım, belli ya. Lakin yazar, vardığı sonuçlarda haklı olamayacak kadar kibirli, dışarıyı göremeyecek kadar kendine hapis değil mi? İyi ki öyle. Yazarın savunduğu tezlerin hepsini bu tek cümleyle boşa çıkaramam biliyorum. Ama bildiğim şey, vardığı yanlış sonuçların sebebi bu hali. Birkaç hakikatin keşfinden aldıkları cesaretle, başkalarını bir insandan çok bir nesne gibi, bir inceleme konusu gibi görenler, bir süre sonra kendilerinin de birer insan olduğunu unutarak nihayetinde yanılmaya mahkum olmamışlar mıdır zaten? Onları görenler kendilerinde tabiatın akışının tüm yönlerini bilecek/tayin edecek -adeta ilahi- bir gücün varlığını varsaydıklarını ve bunun farkında bile olmadıklarını söylemez miydi?
E.: Edouard (yazmasam da olurdu biliyorum).
L.: Kim olduğunun ve kişiliğinin bu yazı açısından herhangi bir önemi yok.
--------------------
Edouard'ın günlüğü
18 Ekim
Anlaşılan L. gücünün farkında bile değil. Ama ben kendi yüreğimin gizlerini sezerim, bugüne kadar dolaylı olarak onun esinlemediği tek satır yazmadığımı iyi biliyorum. Yanımda çocuksu buluyorum onu. Sözlerimdeki bütün ustalığı; sürekli olarak ona bilgi vermek, onu inandırmak, onun gönlünü çelmek isteyişime borçluyum yalnız. Bir şey görüp, bir şey işitip de, ''O buna ne derdi?'' diye düşünmediğim olmaz. Kendi coşkunluğumu bırakır, yalnız onunkine bakarım artık. Hatta bana öyle geliyor ki, L. açık açık göstermese, kendi kişiliğim fazla bulanık yüzeyler biçiminde silinip giderdi; kendimi ancak onun çevresinde topluyor, onun çevresinde tanımlıyorum. Bugüne kadar onu işleyip kendime benzetebileceğimi sanmakla ne kadar aldanmışım! Tam tersine, ben ona benziyormuşum da farkında değilmişim! Daha doğrusu, aşk etkilerinin garip bir tesadüfüyle karşılıklı olarak ikimizin de benliği değişiyormuş. Birbirini seven iki yaratığın her biri isteminin, bilincinin dışında, ötekine göre biçimlenir, ötekinin gönlünde gördüğü sevgiliye benzemeye çalışır... Gerçekten seven kişi, içtenlikten el çeker.
Böyle aldattı beni. Düşüncesi her yerde benimkine eşlik ediyordu. Beğenisine, merakına, bilgisine hayran kalıyordum. Benim gönül verdiğimi gördüğü her şeyle tutkuyla ilgilenmesinin, sırf beni sevmesinden ileri geldiğini bilmiyordum. Çünkü kendisi hiçbir şey anlamıyordu. Her hayranlığı, düşüncesinin benim düşüncemin yanına yatırdığı rahat bir yataktan başka bir şey değildi; bugün anlıyorum bunu; yaratılışının derin gereğine karşılık veren bir şey yoktu; ''Yalnız senin için donanıyordum,'' diyecektir. Ama ben, o bunu yalnız kendisi için yapsın, bunu yaparken de içten, kişisel bir gereksinimle boyun eğsin isterdim. Benim için kendi benliğine işlediği bütün bu şeylerden iz bile kalmayacak, bir üzüntü bile, bir eksiklik duygusu bile. Bir gün gelir, gerçek varlık yeniden belirir, zaman bütün o iğreti giysileri yavaş yavaş çıkarır sırtından; öteki, yalnız bu süslere vurulmuşsa artık ancak kof bir süs, bir anı bastırır yüreğine... Ancak yaşlılık ve umutsuzluk bastırır.
Ah! Ne erdemlerle, ne kusursuzluklarla süslemişim onu!
Şu içtenlik sorunu ne sinirlendirici: İçtenlik! Bu konuya geldim mi yalnız onun içtenliğini düşünüyorum. Kendime yöneldiğim zaman sözcüğün anlamını bile kavrayamaz oluyorum. Hiçbir zaman, sandığım gibi değilim. Kendim sandığım varlık bile durmadan değişiyor, öyle ki, çoğu zaman, ben birleştirmesem, sabahki varlığım akşamki varlığımı tanımayacak. Hiçbir şey benim kadar farklı olamaz benden. Ancak bazı bazı, yalnızken görünür derinlik gözlerime, ancak o zaman köklü bir sürekliliğe ulaşırım; ama o zaman da yaşamım ağırlaşıyormuş, duruyormuş, varlığım sona erecekmiş gibime gelir. Ancak yakınlık duygusuyla çarpar yüreğim, ancak başkasıyla yaşarım; başkasının yerine geçmekle, birleşmeye yaşarım hatta; hiçbir zaman da bir başkası olmak için kendimden sıyrıldığım zamanki kadar yoğun ve güçlü yaşadığımı duymam.
Kökten koparmanın bu bencilliği -aykırı gücü o kadar fazladır ki- iyelik, bunun sonucu olarak da sorumluluk duygumu eritir. Böyle bir yaratık, evlenilebilecek bir yaratık değildir. Bunu nasıl anlatmalı L.'ye?
26 Ekim
Benim için hiçbir şeyin, şiirselden başka anlamı (bütün anlamını veriyorum sözcüğe) yoktur; kendimden başlamak üzere. Bazı bazı gerçekten yaşamıyormuşum da yalnızca yaşadığımı düşlüyormuşum gibime gelir. En zor inandığım şey kendi gerçekliğim. Durmamacasına sıyrılırım kendi kendimden; davranışıma baktığım zaman, davrandığını gördüğüm kimse ile bakan, aynı zamanda hem oyuncu hem seyirci olmasına şaşan, bundan kuşku duyan kimsenin aynı kimse olmasını pek anlayamam.
İnsanın duyduğunu sandığı şeyi duyduğunu anladığım günden sonra, ruh-bilimsel çözümleme benim için bütün ilginçliğini yitirdi. Duyduğu şeyi, duyduğunu sandığını düşünmeye başladım bundan dolayı. Aşkında da iyice görüyorum bunu: L. sevmemle onu sevdiğimi sanmam, onu daha az sevdiğimi sanmamla onu daha az sevmem arasındaki farkı kim seçebilir? Duygu alanında gerçek, düşten ayrılmaz. Sevmemiz için, sevdiğimizi düşlememiz yettiği gibi, sevdiğimiz zaman da sevdiğimizi düşlediğimizi düşünmemiz, daha az sevmemiş, sevdiğimizden biraz kopmamız, hatta ondan birkaç kristal koparmamız için yeterlidir. Ama bunu düşünmemiz için de önceden daha az sevmeye başlamış olmamız gerekmez mi?
İşte kitabımda X, böyle bir mantıkla Z'den kopmaya; daha önemlisi, onu kendinden koparmaya çalışacak.
28 Ekim
Aşkın birdenbire billurlaşmasından söz ederler durmadan. Hiç üzerinden durulmayan ağır ağır soğuma ise, beni çok daha fazla ilgilendiren bir ruh-bilim olayı. Bunun, belirli bir süre sonunda, bütün aşk evliliklerinden incelenebileceği düşüncesindeyim. L. için korkulacak bir şey yok bu konuda; aklın, ailesinin ve benim kendisine öğütlediğimiz gibi F. D. ile evlenirse elbet (çok iyi bir şey olur bu). D. üstün niteliklerle dolu, kendi alanında çok şey yapabilir (öğrencilerinin kendisini çok beğendiklerini işittim). Çok dürüst bir öğretmen. L. başlangıçta ondan ne kadar az şey beklemişse gün geçtikçe onda o kadar çok erdem bulacak. Onu övdüğü zaman bile tam hakkını veremiyor bence. D. onun sandığından daha iyi.
Ne güzel roman konusu: On beş-yirmi yıllık evlilik sonunda, eşlerin gittikçe artan karşılıklı soğumaları! Sevdiği ve sevilmek istediği sürece, seven kişi olduğu gibi görünemez, üstelik ötekini de görmez. Süslediği, tanrılaştırdığı, yarattığı bir yüce sevgili görür onun yerine.
Böyle L.'yi hem kendi kendine, hem de bana karşı uyardım. Aşkımızın kendisine de, bana da sürekli bir mutluluk sağlamayacağına inandırmaya çalıştım onu. Aşağı yukarı inandırdığımı da umarım.
...
--------------------
Öyle sanıyorum ki çok güzel, okunmaya değer bir parça bu. İşbu sebepten sizinle paylaştım, belli ya. Lakin yazar, vardığı sonuçlarda haklı olamayacak kadar kibirli, dışarıyı göremeyecek kadar kendine hapis değil mi? İyi ki öyle. Yazarın savunduğu tezlerin hepsini bu tek cümleyle boşa çıkaramam biliyorum. Ama bildiğim şey, vardığı yanlış sonuçların sebebi bu hali. Birkaç hakikatin keşfinden aldıkları cesaretle, başkalarını bir insandan çok bir nesne gibi, bir inceleme konusu gibi görenler, bir süre sonra kendilerinin de birer insan olduğunu unutarak nihayetinde yanılmaya mahkum olmamışlar mıdır zaten? Onları görenler kendilerinde tabiatın akışının tüm yönlerini bilecek/tayin edecek -adeta ilahi- bir gücün varlığını varsaydıklarını ve bunun farkında bile olmadıklarını söylemez miydi?
17 Ekim 2015 Cumartesi
Önceden düşünülmüş
Kısa bir yazı.
-------------
18 Zilhicce 1436
2 Ekim 2015
13:37
Hayırlı Cum'alar
Az evvel Cum'a namazındayken etrafa göz gezdiriyordum. Tahmin edebileceğiniz üzere cemaatin kahir ekseriyeti yaşlılardan oluşuyordu. İnsan yaşlanınca tuhaf huylar edinebiliyor galiba. Kimisi efsun okur üfler gibi duaları sıralıyordu kimisi de arkadaki sandalyeliler sırasına katılmıştı. Allah sandalyeye mecbur etmesin.
Mahallemizin camisinde namaz kılarız ve cemaatte genelde birçok tanıdığım kimse olur. Dedem gibi yaşlılığında olduğu gibi gençliğinde de uysal ve ağırbaşlı olanlar da vardır, bir arkadaşım gibi hayatın tadını çıkarmak isteyenler de. 1400 sene evvel dünyayı teşrif etmiş bir kimsenin öğrettiklerini takip eder ikisi de. Bizden evvel bu camide namaz kılmış olup ahirete yolculuk edenler de ederdi. Ne onların bizden haberi oldu, ne de bizim onlardan haberimiz var. Tıpkı geçen akşamların birinde, evimizin karşısındaki binaya giderken yolda gördüğüm ve arkasından ne ilginç bir yürüyüşü var dediğim çocuğun, birisinin arkasından bakıp böyle dediğinden haberi olmaması gibi. Ya da siz öfkeli bir şekilde giderken evinin balkonunda oturan bir insanın size bakıp ''ne gülünç bir yüzü var'' deme ihtimalinin olması gibi. Kim bilir, belki de bu olmuştur. Bunlardan haberiniz olduğunu düşünsenize. Sanki bunlarda yaşamın o ilginç tözüne dair bir şeyler var.
Hutbenin sonlarına doğru imam yeni yapılan camimiz için destek talep ediyor. İmamın o durgun, uyuşuk ama sevimli; tombul bir insanda olabilecek yüz ifadesi insanın içini sevgiyle dolduruyor. Camiden çıkıyoruz, bir çingene Suriyeli olduğuna dair bir şeyler söylüyor. ''Suriye vallah faqire abe'' gibi şeyler. Aksanının ve yüzünün bir Arap ile hiçbir alakası yok ama usta bir yalancı olduğu görülüyor. Pardösü giymiş ve örtüsünü Suriyeli hanımlar gibi bağlamış (evet bizden farklı bağlarlar). Birkaç kişi para atıyor. Evlerimize doğru yürüyoruz.
Şam şehri geliyor aklıma. Halep bir de. Halep kuzeyde olduğu için Anadolu kültürüne yakın bir şehirmiş. Üstelik birçok Türk aile varmış orada. 20. yüzyılda değil de Binbir Gece Masalları'nın yazıldığı zamanlarda dünyaya gelmiş biri olmayı düşünüyor insan. O zamanın Şam'ını, Bağdat'ını, İsfahan'ını, İstanbul'unu; İstanbul'umuzu hayal ediyor. Sanki yaşamın tözü oralarda kalmış da bize gelmemiş. Sanki insan hayata dair çoğu ilginçliği orada yitirmiş. Günümüzde bilginin bu kadar kolay elde edilişi gizemi yok ediyor. Bunun yararlarının zararlarından daha fazla olduğu kesin. Bu konuda tartışmayacağım tabi. Ama o zamanlarda ne de çok bilinmeyen vardı değil mi? Belki de Sendibad'ın 4. Seyahatini anlatan masalın gerçek olabilme ihtimali de bunlardan biriydi. O masalın kahramanı olmak ne ilginç olurdu.
Masallar eskidir ya hani, işte bu eskilikten dolayı masaldan sonra akla başka bir eski şey olan yaşlı insanlar geliyor. Köyümüzde iken akrabamız olan 90'lı yaşlarda bir ninenin ''eskiden gâvur dışarıda idi, şimdi gâvur Türk'ün içinde'' deyişi gibi şeyler. İsmet Özel'in Türklük tanımı geliyor akla. İsmet Özel bu dünyadan göçecek olsa ne kadar da üzülürüm düşüncesi geliyor. Hemen ardından insan İsmet Özel ile arasındaki ünsiyetin nereden peyda olduğunu düşündükçe karşısına yine o töz çıkıyor. Neden bir adamın söyledikleri onu kendisine yakın hissettiriyor ki? Bilgi çağında yaşamamıza rağmen hâlâ bilmediğimiz şeylerin olması heyecan verici.
''Sahi ya, ağızdan çıkanlar yalnızca ses dalgaları değil mi; somut varlıklara manevî niteliği yükleyen şey de nedir; maddî alemde oldukça tesirsizken mânevî alemde neden böyle güçlüler'' gibi bilinmeyenler yaşamın o ilginç tözü denilen şey olabilir mi? Bilemiyoruz siz ne düşünürsünüz fakat bizce değil. Her bilinmeyenin ilginç olduğu söylenemez. Bazen insan bilmediğinden korkarmış. Öyleyse bu değil. Ne öyleyse?
Kesin bir cevap verilemez, sanıyorum ki bu kişiye göre değişen bir olgu. Bu yazıyı kaleme alan kişi olarak kendi açımdan bakacak olursam şöyle diyebilirim; bir kitapta "bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor'' cümlesi geçiyordu. Benzer bir düşünce içindeyim fakat bu cümleden çıkarılabilecek olan hayalperest, idealist belki de şairsi/romantik bakış açısına sahip değilim. Çünkü bunların sadece bir araç olabileceği kanaatindeyim. Dolayısıyla bunlar ile hayatını devam ettirmek, hayatı ilginç kılan şeyin bunlar olduğuna inanmak hayatı israf etmek gibi geliyor. Bilinmeyenlerin artması tecrübe edilecek hislerin de artması demektir. Bu durumda kendi veciz cümlemi oluşturacak olsam şöyle olurdu: ''Yepyeni bir hissi tecrübe etme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor''. Belirtmek istiyorum ki bence hayatı ilginçleştiren şey bu olsa da hayatın amacı bu değil. Aslında oldukça girift şey şu hayat.
Bazen bu şekilde bir sayfa boyunca bir şeyler yazdıktan sonra durup ''ne saçmalıyorum?'' diyorum. Düşünce soframa teşrif ettiniz, teşekkür ederim, vesselam.
-------------
18 Zilhicce 1436
2 Ekim 2015
13:37
Hayırlı Cum'alar
Az evvel Cum'a namazındayken etrafa göz gezdiriyordum. Tahmin edebileceğiniz üzere cemaatin kahir ekseriyeti yaşlılardan oluşuyordu. İnsan yaşlanınca tuhaf huylar edinebiliyor galiba. Kimisi efsun okur üfler gibi duaları sıralıyordu kimisi de arkadaki sandalyeliler sırasına katılmıştı. Allah sandalyeye mecbur etmesin.
Mahallemizin camisinde namaz kılarız ve cemaatte genelde birçok tanıdığım kimse olur. Dedem gibi yaşlılığında olduğu gibi gençliğinde de uysal ve ağırbaşlı olanlar da vardır, bir arkadaşım gibi hayatın tadını çıkarmak isteyenler de. 1400 sene evvel dünyayı teşrif etmiş bir kimsenin öğrettiklerini takip eder ikisi de. Bizden evvel bu camide namaz kılmış olup ahirete yolculuk edenler de ederdi. Ne onların bizden haberi oldu, ne de bizim onlardan haberimiz var. Tıpkı geçen akşamların birinde, evimizin karşısındaki binaya giderken yolda gördüğüm ve arkasından ne ilginç bir yürüyüşü var dediğim çocuğun, birisinin arkasından bakıp böyle dediğinden haberi olmaması gibi. Ya da siz öfkeli bir şekilde giderken evinin balkonunda oturan bir insanın size bakıp ''ne gülünç bir yüzü var'' deme ihtimalinin olması gibi. Kim bilir, belki de bu olmuştur. Bunlardan haberiniz olduğunu düşünsenize. Sanki bunlarda yaşamın o ilginç tözüne dair bir şeyler var.
Hutbenin sonlarına doğru imam yeni yapılan camimiz için destek talep ediyor. İmamın o durgun, uyuşuk ama sevimli; tombul bir insanda olabilecek yüz ifadesi insanın içini sevgiyle dolduruyor. Camiden çıkıyoruz, bir çingene Suriyeli olduğuna dair bir şeyler söylüyor. ''Suriye vallah faqire abe'' gibi şeyler. Aksanının ve yüzünün bir Arap ile hiçbir alakası yok ama usta bir yalancı olduğu görülüyor. Pardösü giymiş ve örtüsünü Suriyeli hanımlar gibi bağlamış (evet bizden farklı bağlarlar). Birkaç kişi para atıyor. Evlerimize doğru yürüyoruz.
Şam şehri geliyor aklıma. Halep bir de. Halep kuzeyde olduğu için Anadolu kültürüne yakın bir şehirmiş. Üstelik birçok Türk aile varmış orada. 20. yüzyılda değil de Binbir Gece Masalları'nın yazıldığı zamanlarda dünyaya gelmiş biri olmayı düşünüyor insan. O zamanın Şam'ını, Bağdat'ını, İsfahan'ını, İstanbul'unu; İstanbul'umuzu hayal ediyor. Sanki yaşamın tözü oralarda kalmış da bize gelmemiş. Sanki insan hayata dair çoğu ilginçliği orada yitirmiş. Günümüzde bilginin bu kadar kolay elde edilişi gizemi yok ediyor. Bunun yararlarının zararlarından daha fazla olduğu kesin. Bu konuda tartışmayacağım tabi. Ama o zamanlarda ne de çok bilinmeyen vardı değil mi? Belki de Sendibad'ın 4. Seyahatini anlatan masalın gerçek olabilme ihtimali de bunlardan biriydi. O masalın kahramanı olmak ne ilginç olurdu.
Masallar eskidir ya hani, işte bu eskilikten dolayı masaldan sonra akla başka bir eski şey olan yaşlı insanlar geliyor. Köyümüzde iken akrabamız olan 90'lı yaşlarda bir ninenin ''eskiden gâvur dışarıda idi, şimdi gâvur Türk'ün içinde'' deyişi gibi şeyler. İsmet Özel'in Türklük tanımı geliyor akla. İsmet Özel bu dünyadan göçecek olsa ne kadar da üzülürüm düşüncesi geliyor. Hemen ardından insan İsmet Özel ile arasındaki ünsiyetin nereden peyda olduğunu düşündükçe karşısına yine o töz çıkıyor. Neden bir adamın söyledikleri onu kendisine yakın hissettiriyor ki? Bilgi çağında yaşamamıza rağmen hâlâ bilmediğimiz şeylerin olması heyecan verici.
''Sahi ya, ağızdan çıkanlar yalnızca ses dalgaları değil mi; somut varlıklara manevî niteliği yükleyen şey de nedir; maddî alemde oldukça tesirsizken mânevî alemde neden böyle güçlüler'' gibi bilinmeyenler yaşamın o ilginç tözü denilen şey olabilir mi? Bilemiyoruz siz ne düşünürsünüz fakat bizce değil. Her bilinmeyenin ilginç olduğu söylenemez. Bazen insan bilmediğinden korkarmış. Öyleyse bu değil. Ne öyleyse?
Kesin bir cevap verilemez, sanıyorum ki bu kişiye göre değişen bir olgu. Bu yazıyı kaleme alan kişi olarak kendi açımdan bakacak olursam şöyle diyebilirim; bir kitapta "bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor'' cümlesi geçiyordu. Benzer bir düşünce içindeyim fakat bu cümleden çıkarılabilecek olan hayalperest, idealist belki de şairsi/romantik bakış açısına sahip değilim. Çünkü bunların sadece bir araç olabileceği kanaatindeyim. Dolayısıyla bunlar ile hayatını devam ettirmek, hayatı ilginç kılan şeyin bunlar olduğuna inanmak hayatı israf etmek gibi geliyor. Bilinmeyenlerin artması tecrübe edilecek hislerin de artması demektir. Bu durumda kendi veciz cümlemi oluşturacak olsam şöyle olurdu: ''Yepyeni bir hissi tecrübe etme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor''. Belirtmek istiyorum ki bence hayatı ilginçleştiren şey bu olsa da hayatın amacı bu değil. Aslında oldukça girift şey şu hayat.
Bazen bu şekilde bir sayfa boyunca bir şeyler yazdıktan sonra durup ''ne saçmalıyorum?'' diyorum. Düşünce soframa teşrif ettiniz, teşekkür ederim, vesselam.
14 Eylül 2015 Pazartesi
Tebriz güncesinden / Ez ruzname-i Tebriz
Tebriz'de Makberetu'ş-şuarâ isminde bir yer vardı; bir şairler mezarlığı. En meşhur misafiri de Muhammed Hüseyin "Şehriyar"dı. Haydar Babaya Selam şiirinin şairi. Şu an bir an müzeye çevrilmiş olan o yeri ziyaret etmiştik. Müze olduğundan artık kimse defnedilmiyordu ve içeri girdiğinizde Şehriyar'ın kendi sesinden şiirlerini dinleyebiliyordunuz.
Size biraz Şehriyar'dan bahsedeyim. İranlıların Klasikler olarak addettiği 4-5 kişi vardır. Bunlar Hafız, Sadi, Ömer Hayyam, Mevlana ve Ferdosî denebilir. Belki aralarına Feridüddin Attar da eklenebilirse de gördüğünüz üzere hepsi çok eskiden yaşamış kimselerdir. Fakat Şehriyar onlar için öyle değerli bir şairdir ki henüz 30-40 sene önce vefat etmiş olmasına rağmen bir klasik değerindedir. Modern dönemin Hafız'ı derler onun için. Her ne kadar Hafız'ın anlatımı sembolizme yakın olsa da büyüklük açısından benzeştirirler ikisini. İşte böyle severler bu Azeri asıllı şairi. Daha detaylı öğrenmek isteyenler için şöyle bir link bırakayım:
http://www.edebiyadvesanatakademisi.com/edebiyad/525-sehriyar_hayati_ve_edebi_kisiligi.html
''Heyder Baba, ıldırımlar şakanda,
Seller, sular şakkıldayıb akanda,
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda,
Selâm olsun şevkatize, elize,
Menim de bir adım gelsin dilize.''
İran'da Şehriyar ile ilgili bir hikâye dinlemiştim. Oldukça etkilendiğim için sizinle de paylaşmaya o zamandan karar vermiştim. ( http://say43please.blogspot.com.tr/2015/06/302-gazel.html?m=1 linkli yazıda bu yolculuğun mazisine dair bir şeyler görebilirsiniz.)
Tebriz'deyken bir akşam, karanlık ağır aksak çökmeye başladığı zaman, İl Gölü'ne (eski adıyla Şah Gölü'ne) gidip geceyi orada geçirmeye karar vermiştik. Bu bizim için bir ilk olacaktı. Zira yanımızda sırt çantamızdan başka hiçbir şey olmadan gidecektik.
Nitekim gittik de. Son derece canlı bir yerdi. Her tarafta insanlar, gölün ortasında bir restaurant, gölün etrafında kampçıların kurduğu çadırlar ve daha dışta kafeterya tarzı dükkanlar vardı. Fakat insanlar genelde yere bir örtü serip kendi getirdiklerini yemeyi tercih ediyordu. Biz de öyle yapmıştık. Bir çobanın sofrası neyse bizimkisi de hemen hemen oydu. Fakat bu anıyı benim için özel kılacak olan şey bunlar değildi.
Göle düşen ayın aksini izleyerek başladı gece bizim için. Komşularımızdan gelen çay ikramı ile muhâtabım anlatıyor ben de dinliyordum.
Vakt üzamanında Tebriz'de doğan Şehriyar, gençlik çağlarında Tahran'da tıp fakültesini kazanmış. Şair ve yağız bir delikanlı olmasının da etkisiyle birçok kimsenin gönlünü kazandığı söyleniyor. Tıp fakültesinin son sınıfındayken Allah'ın bir kuluna fena halde vurulmuş. İsmi Süreyya'ymış. Çok istese de evlenememiş onunla. Zira kızın babası bir askermiş ve sarayda makam mevki sahibi biri kızına talip olmuş. Kızlarının zengin ve saygın biriyle evlenmesini istemişler. Kız da eğer onunla evlenmezse başlarına çok işler geleceğini ileri sürmüş ve mecburen o adamla evlenmesi gerektiğini söylemiş. Şehriyar'ın böylesi bir gelişme karşısında nasıl hissettiğini anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır sanıyorum. Son sınıfta okulu bırakmış. Olaylar böylesi bir cereyana kapılmışken bir yandan da Şehriyar şiirlerini Türkçe yazabilmek (o zamanlar İran'da Türkçe yasaktır) için mücadelede veriyormuş. Gel zaman git zaman, bu çabalarından ötürü hakkında bir sürgün kararı çıkmış. Olanlara rağmen delikanlı hâlâ sevmekteymiş kızı. Gitmeden evvel kızın annesine "zaten sürgüne gidiyorum, ne olur söyle de bir gece göreyim onu, Behçet-Abad Parkı'na gelsin" demiş. Behçet-Abad onların fakülte zamanlarında gitmeyi sevdikleri bir yermiş.
O gece sabaha kadar orada onu beklemiş. Lâkin beyhude beklemiş. Beklediği gelmemiş. O gece Şehriyar içine düştüğü hali yazdığı bir şiirle şu şekilde tasvir etmiş.
Behcet-âbad Xatiresi
Yıldız sayarak gözlemişim her gece yâri
Geç kalmadadır yâr, gene olmuş gece yâri.
Gözler asılı, yok ne karaltı ne de bir ses;
Batmış kulağım, gör, ne düşürmekteydi dari¹.
Bir kuş uyanığım diyerek arada inilder,
Bazen de ona yel der: ninni kuş apari²
Yatmış hepsi, bir Allah uyanıktı bir de ben,
Benden aşağı kimse yok ondan da yukari
Korkum buydu: yâr gelmeye şimdi açıla sabah,
Bağrım yarılır, sabahım, açılma sen bari!
Tan yıldızı ister çıka, göz yalvarır çıkma!
O çıkmasa da yıldızımın yoktu çıkari!
Gelmez, tanırım bahtımı şimdi ağarır sabah;
Kaş böyle ağardıkça işte baş da ağari.
Aşkın ki kararında vefa kalmayacakmış;
Bilmem ki, tabiat niye koymuş bu karari!
Sanki horozun son ötüşü hançerdi, sokuldu;
Sinemde yürek varsa, kesip girdi damari...
Alay ile açıldı seher söyledi: durma,
Can korkusu var aşkın, kaybettin bu kumari
Oldum kara gün ayrılalı o sarı telden,
Bunca kara günlerdi eden rengimi sari
Öyle ki beni yaprak gibi hicrânla sarartıp
Baksan yüzüne, sanki kızıl güldür kızari
Gözyaşları nereden akarsa beni bulur
Deryaya bakar, bellidir çayların akari
Şafağın mihrabında kendimi secdede gördüm,
Kan içre gamım yok yüzüm olsun sana sari³
Aşkı var idi Şehriyâr'ın güllü çiçekli
Yazık ki kaza vurdu hazan oldu bahâri
¹ Öyle sessizdi ki bir darı düşse yere duyardım.
² Ninni kuş haydi uyu sen de.
³ Yüzüm yok sana bakacak.
Bundan sonra Şehriyâr Nişabur'a sürgüne gitmiş. Zaman geçmiş, köprünün altından çok sular gelip gitmiş, Şehriyâr'ın sevdası başından gitmemiş. Bir gün hastalanmış, yataklara düşmüş. Sürgünde olsa da bir izin alınarak Tahran'a getirilmiş. Orada ziyaretine, vefasız yâri gelmiş. İhtiyar delikanlı bu gelişe şöyle yanıt vermiş.
9. Gazel
آمدی جانم به قربانت ولی حالا چرا
بیوفا حالا که من افتادهام از پا چرا
(Amedi canem be gorbanet veli hâlâ çera
Bivefa hala ki men oftadem ez pa çera)
Geldin, canım sana kurban ama şimdi neden?
A vefasız, şimdi ki ele ayağa düştüm neden?
Sen devasın ama Sührab'ın ölümünden sonra geldin
Taş kalpli, daha önce isteseydin, şimdi neden?
Nazlı yâr, nazına bir ömür gençlik vermişim
Var git gençlere nazlan, bana neden?
Gökyüzü kavuşmak isteyenlerin haline ağlıyorken
Hayretteyim, dünya parçalanmıyor neden?
Gül'ün hasretiyle tutuşan hazin bülbül
Suskunluktu vefanın şartı, bu çığlıklar neden?
Ey Şehriyar, yâr olmadan çıkmazdın yola,
Bu kıyamet yolculuğunda, yapayalnız gitmek neden?
Dinlediğim en dokunaklı hikâyelerden biriydi. Sonradan okuyunca öğrendim ki şairin hayatı da öyleymiş. Size tavsiyem bu gazelden sonra bir de şairin Yar Kasidesi adlı şiirini okumanız.
Hikâye bittikten sonra ne mi oldu okuyucu, aziz okuyucu? Sabah ile buluşmak üzere uzandım toprağa. Örtüsüz, yastıksız; düpedüz. Farklı bir zamana aitmiş gibi hissetmenin heyecanı içinde idim. Rüzgar bedenimin üzerinden akıp giderken çeşitli şeyler düşünüyordum. Evrendeki en büyülü olgulardan biri olan gecenin içinde, göğe doğru yitip giden uyuşuk bir gitar tınısı olmak nasıl bir histir acaba, gibi.
Selâmetle.
Size biraz Şehriyar'dan bahsedeyim. İranlıların Klasikler olarak addettiği 4-5 kişi vardır. Bunlar Hafız, Sadi, Ömer Hayyam, Mevlana ve Ferdosî denebilir. Belki aralarına Feridüddin Attar da eklenebilirse de gördüğünüz üzere hepsi çok eskiden yaşamış kimselerdir. Fakat Şehriyar onlar için öyle değerli bir şairdir ki henüz 30-40 sene önce vefat etmiş olmasına rağmen bir klasik değerindedir. Modern dönemin Hafız'ı derler onun için. Her ne kadar Hafız'ın anlatımı sembolizme yakın olsa da büyüklük açısından benzeştirirler ikisini. İşte böyle severler bu Azeri asıllı şairi. Daha detaylı öğrenmek isteyenler için şöyle bir link bırakayım:
http://www.edebiyadvesanatakademisi.com/edebiyad/525-sehriyar_hayati_ve_edebi_kisiligi.html
''Heyder Baba, ıldırımlar şakanda,
Seller, sular şakkıldayıb akanda,
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda,
Selâm olsun şevkatize, elize,
Menim de bir adım gelsin dilize.''
İran'da Şehriyar ile ilgili bir hikâye dinlemiştim. Oldukça etkilendiğim için sizinle de paylaşmaya o zamandan karar vermiştim. ( http://say43please.blogspot.com.tr/2015/06/302-gazel.html?m=1 linkli yazıda bu yolculuğun mazisine dair bir şeyler görebilirsiniz.)
Tebriz'deyken bir akşam, karanlık ağır aksak çökmeye başladığı zaman, İl Gölü'ne (eski adıyla Şah Gölü'ne) gidip geceyi orada geçirmeye karar vermiştik. Bu bizim için bir ilk olacaktı. Zira yanımızda sırt çantamızdan başka hiçbir şey olmadan gidecektik.
Nitekim gittik de. Son derece canlı bir yerdi. Her tarafta insanlar, gölün ortasında bir restaurant, gölün etrafında kampçıların kurduğu çadırlar ve daha dışta kafeterya tarzı dükkanlar vardı. Fakat insanlar genelde yere bir örtü serip kendi getirdiklerini yemeyi tercih ediyordu. Biz de öyle yapmıştık. Bir çobanın sofrası neyse bizimkisi de hemen hemen oydu. Fakat bu anıyı benim için özel kılacak olan şey bunlar değildi.
Göle düşen ayın aksini izleyerek başladı gece bizim için. Komşularımızdan gelen çay ikramı ile muhâtabım anlatıyor ben de dinliyordum.
Vakt üzamanında Tebriz'de doğan Şehriyar, gençlik çağlarında Tahran'da tıp fakültesini kazanmış. Şair ve yağız bir delikanlı olmasının da etkisiyle birçok kimsenin gönlünü kazandığı söyleniyor. Tıp fakültesinin son sınıfındayken Allah'ın bir kuluna fena halde vurulmuş. İsmi Süreyya'ymış. Çok istese de evlenememiş onunla. Zira kızın babası bir askermiş ve sarayda makam mevki sahibi biri kızına talip olmuş. Kızlarının zengin ve saygın biriyle evlenmesini istemişler. Kız da eğer onunla evlenmezse başlarına çok işler geleceğini ileri sürmüş ve mecburen o adamla evlenmesi gerektiğini söylemiş. Şehriyar'ın böylesi bir gelişme karşısında nasıl hissettiğini anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır sanıyorum. Son sınıfta okulu bırakmış. Olaylar böylesi bir cereyana kapılmışken bir yandan da Şehriyar şiirlerini Türkçe yazabilmek (o zamanlar İran'da Türkçe yasaktır) için mücadelede veriyormuş. Gel zaman git zaman, bu çabalarından ötürü hakkında bir sürgün kararı çıkmış. Olanlara rağmen delikanlı hâlâ sevmekteymiş kızı. Gitmeden evvel kızın annesine "zaten sürgüne gidiyorum, ne olur söyle de bir gece göreyim onu, Behçet-Abad Parkı'na gelsin" demiş. Behçet-Abad onların fakülte zamanlarında gitmeyi sevdikleri bir yermiş.
O gece sabaha kadar orada onu beklemiş. Lâkin beyhude beklemiş. Beklediği gelmemiş. O gece Şehriyar içine düştüğü hali yazdığı bir şiirle şu şekilde tasvir etmiş.
Behcet-âbad Xatiresi
Yıldız sayarak gözlemişim her gece yâri
Geç kalmadadır yâr, gene olmuş gece yâri.
Gözler asılı, yok ne karaltı ne de bir ses;
Batmış kulağım, gör, ne düşürmekteydi dari¹.
Bir kuş uyanığım diyerek arada inilder,
Bazen de ona yel der: ninni kuş apari²
Yatmış hepsi, bir Allah uyanıktı bir de ben,
Benden aşağı kimse yok ondan da yukari
Korkum buydu: yâr gelmeye şimdi açıla sabah,
Bağrım yarılır, sabahım, açılma sen bari!
Tan yıldızı ister çıka, göz yalvarır çıkma!
O çıkmasa da yıldızımın yoktu çıkari!
Gelmez, tanırım bahtımı şimdi ağarır sabah;
Kaş böyle ağardıkça işte baş da ağari.
Aşkın ki kararında vefa kalmayacakmış;
Bilmem ki, tabiat niye koymuş bu karari!
Sanki horozun son ötüşü hançerdi, sokuldu;
Sinemde yürek varsa, kesip girdi damari...
Alay ile açıldı seher söyledi: durma,
Can korkusu var aşkın, kaybettin bu kumari
Oldum kara gün ayrılalı o sarı telden,
Bunca kara günlerdi eden rengimi sari
Öyle ki beni yaprak gibi hicrânla sarartıp
Baksan yüzüne, sanki kızıl güldür kızari
Gözyaşları nereden akarsa beni bulur
Deryaya bakar, bellidir çayların akari
Şafağın mihrabında kendimi secdede gördüm,
Kan içre gamım yok yüzüm olsun sana sari³
Aşkı var idi Şehriyâr'ın güllü çiçekli
Yazık ki kaza vurdu hazan oldu bahâri
¹ Öyle sessizdi ki bir darı düşse yere duyardım.
² Ninni kuş haydi uyu sen de.
³ Yüzüm yok sana bakacak.
Bundan sonra Şehriyâr Nişabur'a sürgüne gitmiş. Zaman geçmiş, köprünün altından çok sular gelip gitmiş, Şehriyâr'ın sevdası başından gitmemiş. Bir gün hastalanmış, yataklara düşmüş. Sürgünde olsa da bir izin alınarak Tahran'a getirilmiş. Orada ziyaretine, vefasız yâri gelmiş. İhtiyar delikanlı bu gelişe şöyle yanıt vermiş.
9. Gazel
آمدی جانم به قربانت ولی حالا چرا
بیوفا حالا که من افتادهام از پا چرا
(Amedi canem be gorbanet veli hâlâ çera
Bivefa hala ki men oftadem ez pa çera)
Geldin, canım sana kurban ama şimdi neden?
A vefasız, şimdi ki ele ayağa düştüm neden?
Sen devasın ama Sührab'ın ölümünden sonra geldin
Taş kalpli, daha önce isteseydin, şimdi neden?
Nazlı yâr, nazına bir ömür gençlik vermişim
Var git gençlere nazlan, bana neden?
Gökyüzü kavuşmak isteyenlerin haline ağlıyorken
Hayretteyim, dünya parçalanmıyor neden?
Gül'ün hasretiyle tutuşan hazin bülbül
Suskunluktu vefanın şartı, bu çığlıklar neden?
Ey Şehriyar, yâr olmadan çıkmazdın yola,
Bu kıyamet yolculuğunda, yapayalnız gitmek neden?
Dinlediğim en dokunaklı hikâyelerden biriydi. Sonradan okuyunca öğrendim ki şairin hayatı da öyleymiş. Size tavsiyem bu gazelden sonra bir de şairin Yar Kasidesi adlı şiirini okumanız.
Hikâye bittikten sonra ne mi oldu okuyucu, aziz okuyucu? Sabah ile buluşmak üzere uzandım toprağa. Örtüsüz, yastıksız; düpedüz. Farklı bir zamana aitmiş gibi hissetmenin heyecanı içinde idim. Rüzgar bedenimin üzerinden akıp giderken çeşitli şeyler düşünüyordum. Evrendeki en büyülü olgulardan biri olan gecenin içinde, göğe doğru yitip giden uyuşuk bir gitar tınısı olmak nasıl bir histir acaba, gibi.
Selâmetle.
26 Temmuz 2015 Pazar
Bir günün sonunda efkar
Merhaba dostlar. Size Iran`dan yaziyorum. Buradaki klavyelerde bazi harfler yok, o yuzden yazinin ilk kismi boyle. Uzun ve macerali bir yolculuktan sonra nihayete erebildik cok sukur. Simdi bir kutuphaneden internete giriyorum ve Ramazan`da yazdigim bir yaziyi sizinle paylasmak istiyorum. Zamaninda basligina "Bir günün sonunda efkar*" demisim.
-------------------
Bir yığın erkek çocuğuyla bir camideyim. Onlar bir balonun peşinde deli gibi koşturuyorlar, ben de oturduğum kenardan, uzaktan onları izliyorum. Çıkan sesi tahmin edebilirsiniz. 15 tane mısırı tencereye koyup patlatmaya başlayın, öyle bir şamata işte. İzliyorum, izlerken düşünüyorum, değmeyecek bir şeyin peşinde böyle deli gibi koşup yorulmak onlara neden böyle güzel geliyor diyorum. Akıllarını kullanamıyorlar yeterince, burası açık. Ama neden? Kendim yaşında 15 kişiyi bir balonun peşinde düşünüyorum oldukça tuhaf geliyor. Peki bu neden tuhaf geliyor acaba? Neden alışık değilim ki böylesi bir hâle? Benim yaşımdaki insanlar saatlerce diziler izleyebiliyor. Bu da pekalâ akıllıca değil. Hatta denilebilir ki çocukların yaptığı vücudu harekete geçirdiği için belki daha akıllıca.
Yaş büyüdükçe olgunlaşıyor muyuz? Eskiden balon hepimizin hoşuna giderken şimdi neden o kadar da cazip değil, bu hâle nasıl geldik? Büyüdük elbette, ama insanın büyümesi ile olgunluk neden orantılı olsun? İlkokulda, lisede gördüğümüz dersler mi bizi olgunlaştırdı? Cevabınız evetse sorayım, fen bilgisi dersinin nasıl bir etkisi oldu meselâ? Sorular uzayabilir. Cevap olarak Allah'ın hikmeti deyip geçmeli miyiz? Yeri gelmişken, acaba hikmet nedir? Kullandığımız kelimeler kimliğimizi teşkil ediyor ve biz bunun ne kadar farkındayız?
Bunu birine sormuştum. "Hikmet, varlığı olduğu gibi algılamaktır" demişti.
Allah'ın hikmetinden ötürü olgunlaştığımızı varsaydık, ya olgunlaştığımız falan yoksa? Sadece çocuksu eğlencelerimizin şekli değişiyor fakat özünde yine o amaçsızlık sabit kalıyorsa? Yahut olgunlaşanlar varsa, bunlar yaşları büyüdüğü için mi olgunlaştı? Bu sorudan sonra gülesim geliyor. Bazen defalarca gülüyorum. Utanarak, dişlerimi sıkarak gülüyorum. Bazı şeyler hatırlıyorum çünki. Bence olgunlaşmak yaş ile ilgili değildir. Ya da sadece onunla ilgili değildir desem daha doğru olur. Yaş büyüdükçe aklımızın haznesi genişler fakat olgunlaşmak bunu ne kadar kullandığımıza bağlıdır. Yalnızca kabiliyet arttığı için bir şey değişmez mühim olan cârî olandır. Aklı kullanmaktır mühim olan. Fakat bu da sıkıntılı bir konu. Zira Batı menşeili bir hayat anlayışı akıllı olmayı bencillikle eş tutuyor. Bir çeşit uyanıklıktır o öğretiye göre akıllılık. Bu tanım onlara göre doğrudur fakat doğrular değişir, hakikat değişmez. Ben bunu akıllı olmak tarifi olarak kabul etmiyorum, sadece hak olan şeylerin söylendiği bir yerden alıyorum ben akıllı olmanın tarifini. Bu kısımdan sonra akıllı olmaktan anladığım ve meseleye bakan bir kısmı naçizane tarif edeceğim.
Ezcümle, akıllı olmak önce hayatı ciddiye almak sonra da bu hayatı ciddiye almamaya karar vermektir.
Burada 2 aşama var, birinden birini yapmayan insan bence akıllı ve dolayısıyla olgunlaşmış olamaz. Bu ne demek? "Haydi, terk-i dünya eyleyelim!" mi demek istiyorum? Hayır, esasen terk-i dünya da pek akıllıca bir iş değildir. Çünki buna yaratılışımız müsait değil. Yeri geliyor hasbelbeşeriyye diye bir şey diyoruz değil mi? Öyle işte. Önce neyin neden ve ne için var olduğunun önemini kavramaktan geçiyor iş.
Terk-i dünya değil fakat "terk-i hubb-u dünya"dır (dünya sevgisini terk), bize gerekli olan. Bu ise her işi ciddiye almakla fakat diğer yandan "bunu yapıyorum ama bu benim için bir amaç haline gelmemeli" demekle olur. Bir ayyaş asla olgun bir adam değildir. Zira o hayatı ciddiye almamıştır. Asıl amacımız öyle bir şey olmalı ki, emeğine değmeli. İşte bu dengeyi tutturmak akıllı ve olgun insanların bir yönüdür. "Zühd" sahibidir olgun kişi. Ne demişti birisi, "cimrilik bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür". Ne kadar hikmetli bir söz değil mi? İşte bir insan bir veçheden olgunlaşmışsa, dünyanın kendisine telkin ettiği hırsları terk ederek olgunlaşmıştır. Zira bilir ki değmez, akıllıca olan değecek şeye hırs etmektir. Bunların ne olduğu ise bellidir. Hatta yazılı olarak bellidir. Arayan bulacaktır.
Şimdi düşünüyorum ciddiye aldığım onca şeyi ve gülüyorum. Farkında olsam da olmasam da, bazı gereksiz şeyleri hâlâ ciddiye alıyorum. Eğer nasibimde varsa ileride bunlara da güleceğim. Belki de mizacımın bu özelliğinden ötürü gülünç hallerini gayet doğal, samimi ve ciddi olarak sürdürenlere gülüyorum. Kimseyi kırmak istemem ama meselâ mesajlarının sonuna ısrarla nokta koyarak yazanlara gülümsüyorum. Ciddi/mesafeli görünmek için kötü bir yol zira. Ama belki noktalama işaretlerine dikkat etmek istiyordur, orası ayrı mevzu. Gülüyorum üniversiteye başladığımdaki halime, bu seneye başladığımdaki halime gülüyorum. Sene içinde ciddiye aldığım şeylere gülüyorum. Bir arkadaşımla oturup konuştuğum şeylere. Basit meselelerimizi bu kadar büyütüşümüze, o çocuksu narsistliğimize** gülüyorum. Çocuk insanlarız biz. Siddhartha'dan*** kaçmışız. Hâlâ olgunlaşmamışız. Stavrogin gibi, gülüyorum. Gülüyorum ama belki de bir farkındalık olması için bunları yaşamak gerek.
Gülmeyi bir kenara bırakırsam, belki de şöyle bir şey demek istediğim:
Neşeli bir sesle konuşmayı sürdürdü. ''Hiç hayatın anlamını düşündün mü?''
-Aşktan başka anlamı yok.
-Makyajını bitirdin mi?
-Bir dakikaya kadar biter.
Ömer ısrar etti. ''Seni hiç rahatsız etmiyor mu sevgilim çevremizde ciddi bir dünya varken bizim eğlenmemiz?''
Warda coşkulu bir sesle gülerek, ''Görmüyor musun asıl ciddi olan biziz etrafta dünya eğlenirken''
Okuduğum bir kitapta denk gelmiştim bu kısma. Daha önce yaşamış biri ile aynı şeyi düşündüğümü görünce tuhaf hissetmiştim ve yazıya eklemeye karar vermiştim. Bu konuşma dünyayı boşverip yalnızca gönül oyunlarına vakit ayıran bir çiftin konuşması. Demek istediğime bir başka açıdan yaklaşmış yazar. Öyleyse size içinde akıllı bulduğum birkaç insanın bulunduğu bir hikâye de ben anlatayım:
O sihirbazlar Firavun'a geldiler: "Galip gelirsek bize muhakkak mükâfat var değil mi?" dediler. "Evet" dedi (Firavun), "Üstelik o zaman benim yakınlarımdan olacaksınız." Sihirbazlar, Musa'ya: "Ey Musa! Önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi?" dediler. Musa, "Siz atın" dedi. Atacaklarını atınca herkesin gözünü büyülediler ve onları dehşete düşürdüler. Doğrusu büyük bir sihir gösterdiler. Biz de Musa'ya "Sen de asânı bırakıver." diye vahyettik. Birdenbire asâ, onların bütün uydurduklarını yakalayıp yutuverdi. Artık hakikat ortaya çıkmış ve onların bütün yaptıkları boşa gitmişti. Orada mağlup olmuş ve küçük düşmüşlerdi. Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. "Âlemlerin Rabbine iman ettik." dediler. "Musa'nın ve Harun'un Rabbine." Firavun: "Ben size izin vermeden iman ettiniz ha!" dedi. "Şüphesiz bu bir hiledir, siz bunu şehirde kurmuşsunuz, yerli halkı oradan çıkarmak istiyorsunuz, sonra anlayacaksınız!". "Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sonra da bilin ki, sizi astıracağım."
Hepimizin bildiği bir kıssa. Sihirbazlar önceden talep ettikleri dünya metaını, hakikati gördükleri anda terk ediyorlar. Elleri ve ayakları, hatta canları pahasına... Bu ne samimiyet, bu ne aşk. Bunlar akıllı/olgun, özenilmeye lâyık bulduğum insanlardandır işte. Akıllı olmak samimiyeti de gerektirir.
İşte böyle. Aşk ne geniş bir mefhum değil mi? Kafka "dünya ile olan savaşında dünyanın yanında ol" demiş. Ben de tam tersini diyorum, dünya ile olan savaşında insan kendi yanında olmalı. Lâkin dünyayı da öldürmemeli. Vur deyince ruhban olmamalı.
Şimdi durup bakıyorum pencereye doğru, eğik açıyla içeri süzülen altın rengi huzmelerde neyin parçası olduğunu bilmediğim parçalar sanki raks ediyor. Bu parçalar soluduğumuz havada hep var da biz neden görmüyoruz acaba diye düşünüyorum.
Son derece durgun bir an, her tarafa sükûnet hâkim. Çocuklar gideli çok oldu, câmi boş.
Tıpkı, dolu sandığımız birçok şey gibi.
Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
-------------------
*Efkar: Fikirler demektir. Örn: Yine efkarlandın hayırdır? ~ Yine düşünceli düşünceli duruyorsun?
**Narsist kelimesi Yunan hurafelerindeki Narcissus'tan gelmektedir, efsaneye göre Narcissus o kadar yakışıklıymış ki bir gün suda kendi yansımasını görmüş ve ona yani kendine aşık olmuş. Yansımasına bakmaya doyamamış ve ölene dek orada kalmış. Daha sonra oradan bir çiçek çıkmış. O da Nergis çiçeğiymiş, çiçeğin adı da buradan gelmekteymiş.
***Siddhartha Hermann Hesse'in Budizm'den esinlenerek yazdığı bir roman. Aynı zamanda Budizm'in kurucusu Gotama Buda'nın ismi.
-------------------
Bir yığın erkek çocuğuyla bir camideyim. Onlar bir balonun peşinde deli gibi koşturuyorlar, ben de oturduğum kenardan, uzaktan onları izliyorum. Çıkan sesi tahmin edebilirsiniz. 15 tane mısırı tencereye koyup patlatmaya başlayın, öyle bir şamata işte. İzliyorum, izlerken düşünüyorum, değmeyecek bir şeyin peşinde böyle deli gibi koşup yorulmak onlara neden böyle güzel geliyor diyorum. Akıllarını kullanamıyorlar yeterince, burası açık. Ama neden? Kendim yaşında 15 kişiyi bir balonun peşinde düşünüyorum oldukça tuhaf geliyor. Peki bu neden tuhaf geliyor acaba? Neden alışık değilim ki böylesi bir hâle? Benim yaşımdaki insanlar saatlerce diziler izleyebiliyor. Bu da pekalâ akıllıca değil. Hatta denilebilir ki çocukların yaptığı vücudu harekete geçirdiği için belki daha akıllıca.
Yaş büyüdükçe olgunlaşıyor muyuz? Eskiden balon hepimizin hoşuna giderken şimdi neden o kadar da cazip değil, bu hâle nasıl geldik? Büyüdük elbette, ama insanın büyümesi ile olgunluk neden orantılı olsun? İlkokulda, lisede gördüğümüz dersler mi bizi olgunlaştırdı? Cevabınız evetse sorayım, fen bilgisi dersinin nasıl bir etkisi oldu meselâ? Sorular uzayabilir. Cevap olarak Allah'ın hikmeti deyip geçmeli miyiz? Yeri gelmişken, acaba hikmet nedir? Kullandığımız kelimeler kimliğimizi teşkil ediyor ve biz bunun ne kadar farkındayız?
Bunu birine sormuştum. "Hikmet, varlığı olduğu gibi algılamaktır" demişti.
Allah'ın hikmetinden ötürü olgunlaştığımızı varsaydık, ya olgunlaştığımız falan yoksa? Sadece çocuksu eğlencelerimizin şekli değişiyor fakat özünde yine o amaçsızlık sabit kalıyorsa? Yahut olgunlaşanlar varsa, bunlar yaşları büyüdüğü için mi olgunlaştı? Bu sorudan sonra gülesim geliyor. Bazen defalarca gülüyorum. Utanarak, dişlerimi sıkarak gülüyorum. Bazı şeyler hatırlıyorum çünki. Bence olgunlaşmak yaş ile ilgili değildir. Ya da sadece onunla ilgili değildir desem daha doğru olur. Yaş büyüdükçe aklımızın haznesi genişler fakat olgunlaşmak bunu ne kadar kullandığımıza bağlıdır. Yalnızca kabiliyet arttığı için bir şey değişmez mühim olan cârî olandır. Aklı kullanmaktır mühim olan. Fakat bu da sıkıntılı bir konu. Zira Batı menşeili bir hayat anlayışı akıllı olmayı bencillikle eş tutuyor. Bir çeşit uyanıklıktır o öğretiye göre akıllılık. Bu tanım onlara göre doğrudur fakat doğrular değişir, hakikat değişmez. Ben bunu akıllı olmak tarifi olarak kabul etmiyorum, sadece hak olan şeylerin söylendiği bir yerden alıyorum ben akıllı olmanın tarifini. Bu kısımdan sonra akıllı olmaktan anladığım ve meseleye bakan bir kısmı naçizane tarif edeceğim.
Ezcümle, akıllı olmak önce hayatı ciddiye almak sonra da bu hayatı ciddiye almamaya karar vermektir.
Burada 2 aşama var, birinden birini yapmayan insan bence akıllı ve dolayısıyla olgunlaşmış olamaz. Bu ne demek? "Haydi, terk-i dünya eyleyelim!" mi demek istiyorum? Hayır, esasen terk-i dünya da pek akıllıca bir iş değildir. Çünki buna yaratılışımız müsait değil. Yeri geliyor hasbelbeşeriyye diye bir şey diyoruz değil mi? Öyle işte. Önce neyin neden ve ne için var olduğunun önemini kavramaktan geçiyor iş.
Terk-i dünya değil fakat "terk-i hubb-u dünya"dır (dünya sevgisini terk), bize gerekli olan. Bu ise her işi ciddiye almakla fakat diğer yandan "bunu yapıyorum ama bu benim için bir amaç haline gelmemeli" demekle olur. Bir ayyaş asla olgun bir adam değildir. Zira o hayatı ciddiye almamıştır. Asıl amacımız öyle bir şey olmalı ki, emeğine değmeli. İşte bu dengeyi tutturmak akıllı ve olgun insanların bir yönüdür. "Zühd" sahibidir olgun kişi. Ne demişti birisi, "cimrilik bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür". Ne kadar hikmetli bir söz değil mi? İşte bir insan bir veçheden olgunlaşmışsa, dünyanın kendisine telkin ettiği hırsları terk ederek olgunlaşmıştır. Zira bilir ki değmez, akıllıca olan değecek şeye hırs etmektir. Bunların ne olduğu ise bellidir. Hatta yazılı olarak bellidir. Arayan bulacaktır.
Şimdi düşünüyorum ciddiye aldığım onca şeyi ve gülüyorum. Farkında olsam da olmasam da, bazı gereksiz şeyleri hâlâ ciddiye alıyorum. Eğer nasibimde varsa ileride bunlara da güleceğim. Belki de mizacımın bu özelliğinden ötürü gülünç hallerini gayet doğal, samimi ve ciddi olarak sürdürenlere gülüyorum. Kimseyi kırmak istemem ama meselâ mesajlarının sonuna ısrarla nokta koyarak yazanlara gülümsüyorum. Ciddi/mesafeli görünmek için kötü bir yol zira. Ama belki noktalama işaretlerine dikkat etmek istiyordur, orası ayrı mevzu. Gülüyorum üniversiteye başladığımdaki halime, bu seneye başladığımdaki halime gülüyorum. Sene içinde ciddiye aldığım şeylere gülüyorum. Bir arkadaşımla oturup konuştuğum şeylere. Basit meselelerimizi bu kadar büyütüşümüze, o çocuksu narsistliğimize** gülüyorum. Çocuk insanlarız biz. Siddhartha'dan*** kaçmışız. Hâlâ olgunlaşmamışız. Stavrogin gibi, gülüyorum. Gülüyorum ama belki de bir farkındalık olması için bunları yaşamak gerek.
Gülmeyi bir kenara bırakırsam, belki de şöyle bir şey demek istediğim:
Neşeli bir sesle konuşmayı sürdürdü. ''Hiç hayatın anlamını düşündün mü?''
-Aşktan başka anlamı yok.
-Makyajını bitirdin mi?
-Bir dakikaya kadar biter.
Ömer ısrar etti. ''Seni hiç rahatsız etmiyor mu sevgilim çevremizde ciddi bir dünya varken bizim eğlenmemiz?''
Warda coşkulu bir sesle gülerek, ''Görmüyor musun asıl ciddi olan biziz etrafta dünya eğlenirken''
Okuduğum bir kitapta denk gelmiştim bu kısma. Daha önce yaşamış biri ile aynı şeyi düşündüğümü görünce tuhaf hissetmiştim ve yazıya eklemeye karar vermiştim. Bu konuşma dünyayı boşverip yalnızca gönül oyunlarına vakit ayıran bir çiftin konuşması. Demek istediğime bir başka açıdan yaklaşmış yazar. Öyleyse size içinde akıllı bulduğum birkaç insanın bulunduğu bir hikâye de ben anlatayım:
O sihirbazlar Firavun'a geldiler: "Galip gelirsek bize muhakkak mükâfat var değil mi?" dediler. "Evet" dedi (Firavun), "Üstelik o zaman benim yakınlarımdan olacaksınız." Sihirbazlar, Musa'ya: "Ey Musa! Önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi?" dediler. Musa, "Siz atın" dedi. Atacaklarını atınca herkesin gözünü büyülediler ve onları dehşete düşürdüler. Doğrusu büyük bir sihir gösterdiler. Biz de Musa'ya "Sen de asânı bırakıver." diye vahyettik. Birdenbire asâ, onların bütün uydurduklarını yakalayıp yutuverdi. Artık hakikat ortaya çıkmış ve onların bütün yaptıkları boşa gitmişti. Orada mağlup olmuş ve küçük düşmüşlerdi. Sihirbazlar hep birden secdeye kapandılar. "Âlemlerin Rabbine iman ettik." dediler. "Musa'nın ve Harun'un Rabbine." Firavun: "Ben size izin vermeden iman ettiniz ha!" dedi. "Şüphesiz bu bir hiledir, siz bunu şehirde kurmuşsunuz, yerli halkı oradan çıkarmak istiyorsunuz, sonra anlayacaksınız!". "Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sonra da bilin ki, sizi astıracağım."
Hepimizin bildiği bir kıssa. Sihirbazlar önceden talep ettikleri dünya metaını, hakikati gördükleri anda terk ediyorlar. Elleri ve ayakları, hatta canları pahasına... Bu ne samimiyet, bu ne aşk. Bunlar akıllı/olgun, özenilmeye lâyık bulduğum insanlardandır işte. Akıllı olmak samimiyeti de gerektirir.
İşte böyle. Aşk ne geniş bir mefhum değil mi? Kafka "dünya ile olan savaşında dünyanın yanında ol" demiş. Ben de tam tersini diyorum, dünya ile olan savaşında insan kendi yanında olmalı. Lâkin dünyayı da öldürmemeli. Vur deyince ruhban olmamalı.
Şimdi durup bakıyorum pencereye doğru, eğik açıyla içeri süzülen altın rengi huzmelerde neyin parçası olduğunu bilmediğim parçalar sanki raks ediyor. Bu parçalar soluduğumuz havada hep var da biz neden görmüyoruz acaba diye düşünüyorum.
Son derece durgun bir an, her tarafa sükûnet hâkim. Çocuklar gideli çok oldu, câmi boş.
Tıpkı, dolu sandığımız birçok şey gibi.
Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu nümayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilân.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam
Göllerde bu dem bir kamış olsam!
-------------------
*Efkar: Fikirler demektir. Örn: Yine efkarlandın hayırdır? ~ Yine düşünceli düşünceli duruyorsun?
**Narsist kelimesi Yunan hurafelerindeki Narcissus'tan gelmektedir, efsaneye göre Narcissus o kadar yakışıklıymış ki bir gün suda kendi yansımasını görmüş ve ona yani kendine aşık olmuş. Yansımasına bakmaya doyamamış ve ölene dek orada kalmış. Daha sonra oradan bir çiçek çıkmış. O da Nergis çiçeğiymiş, çiçeğin adı da buradan gelmekteymiş.
***Siddhartha Hermann Hesse'in Budizm'den esinlenerek yazdığı bir roman. Aynı zamanda Budizm'in kurucusu Gotama Buda'nın ismi.
18 Haziran 2015 Perşembe
302. Gazel
2 Ramazan 1436
19 Haziran 2015
03:22
Selâmün aleyküm aziz okuyucu. Bu yazıya başlamayı sürekli erteledim, erteledim ve nihayet tam da şimdi başlayabildim. Hesabıma göre 20 gün evvel yazmış olmam gerekiyordu lâkin o sıralarda birkaç meseleden dolayı yazamadım daha sonra da gerek üşengeçlik gerekse de sınavlar yüzünden 20 günü geçirdim. Şu an -çok şükür- zor da olsa kalemi elime alabildim. Bugünün işini yarına bırakma sözünü çok iyi idrak ettim.
Bu yazıda daha önce dinlediğim Farsça bir gazelin çevirisini sunacağım. Gazelin büyük bir kısmını bir arkadaşıma çevirttim, birkaç beyti de bir kitaptan buldum. Lâkin şiir Farsça haline benzerlik göstersin diye üzerlerinde biraz oynama yaptım.
Okumaya başlamadan önce gazeli
buradan dinlemenizi tavsiye ederim, fakat okuduktan sonra da dinleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=-aYT-nTdah8
Bu kadar mâlumattan sonra size bu gazele nasıl ulaştığımın hikâyesini anlatayım.
Aralık'ta bir haftalığına eve gittiğim zaman arkadaşımda teyp görmüştüm. Ben de alayım, hem kasetten hem de radyodan bir şeyler dinlerim diye düşündüm. Bu düşünceyle Doğubank'tan; radyo, kaset çalar, ses kaydı, usb okuyucu gibi bir sürü özelliği olan bir tane cihaz aldım (yalnızca kapatma düğmesi yok, şarj bitene kadar açık kalıyor). Eve sonraki gidişimde bulduğum eski kasetlerden 5-6 tanesini yanıma aldım. İçinde İsmet Özel'in, Ahmed Arif'in şiir kasetleri de vardı. Bunları dinledim ama bir süre sonra başka kasetleri de deneyeyim dedim ve işte o sırada üzerinde farsça ağıt yazan bir tanesini teybe koydum, çalmaya başladı. 87 yılından kalma olan bu kaset müthiş derecede hoşuma gitti. Daha sonra anladım ki meğer içindekiler ağıt değil Mevlâna'nın divanından gazeller imiş. Farsça dilini zaten seviyordum bu vesileyle ilgim bir kat daha arttı. Aradan bir süre geçti, Fatih'te yürürken bir sahafa denk geldim, bir baktım Divan-ı Kebir. Oradan satın aldım, boş zamanlarımda okumaya başladım. İşte böyle ulaştım. Derken içimdeki merak gitgide büyüdü... büyüdü, en sonunda İran'a gitmeye karar verdim. Allah'ın izniyle bu yaz yolcuyum. Yani demem o ki şu dünya çok ilginç. Babamın 28 yıl önce aldığı kaset nelere yol açıyor bakar mısınız? Twitter'da hep retweetledikleri bir cümle var ya hani, insan gerçekten hayret ediyor...
Twitter demişken, twitter sanki bizler için yapılmış bir sınıflandırma cihazı gibi. Pokedex vardı eskilerden hatırlarsanız. Tıpkı o pokedex gibi. Ama bu sınıfların içinde en çelişkili bir tanesi var ki o da, sürekli hukukçu olduklarına vurgu yapıp daha sonra sınavda kopya çekenler. Buna dikkat etmek lâzım diye düşünüyorum.
Evet şimdi gazele geçebiliriz. Gazel Mevlâna'nın 302 numaralı gazelidir. Gazelden çeviremediğimiz sadece 1 beyit var oraya yıldız koyacağım. Çevirememe sebebimiz de çok eski kelimelerden mürekkeb olması. Öyle eski ki sözlükte yok bu kelimeler. Önce Farsçasını sonra tercümesini daha sonra da Farsça hâlinin Latin harfleriyle yazılışını vereceğim.
!بـــــــــــــی قرار
در هوایت بیقرارم روز و شب
سر ز پایت برندارم روز و شب
روز و شب را همچو خود مجنون کنم
روز و شب را کی گذارم روز و شب
جان و دل از عاشقان میخواستند
جان و دل را میسپارم روز و شب
تا نیابم آنچه در مغز منست
یک زمانی سر نخارم روز و شب
تا که عشقت مطربی آغاز کرد
گاه چنگم گاه تارم روز و شب
میزنی تو زخمه و بر میرود
تا به گردون زیر و زارم روز و شب
*ساقیی کردی بشر را چل صبوح
زان خمیر اندر خمارم روز و شب
ای مهار عاشقان در دست تو
در میان این قطارم روز و شب
میکشم مستانه بارت بیخبر
همچو اشتر زیر بارم روز و شب
تا بنگشایی به قندت روزهام
تا قیامت روزه دارم روز و شب
چون ز خوان فضل روزه بشکنم
عید باشد روزگارم روز و شب
جان روز و جان شب ای جان تو
انتظارم انتظارم روز و شب
تا به سالی نیستم موقوف عید
با مه تو عیدوارم روز و شب
زان شبی که وعده کردی روز وصل
روز و شب را میشمارم روز و شب
بس که کشت مهر جانم تشنه است
ز ابر دیده اشکبارم روز و شب
Seni düşünmekten kararsız kalmışım gece gündüz
Başımı ayaklarına koymuş secde etmişim gece gündüz
Geceyi de gündüzü de kendim gibi mecnun etmişim
Ne zaman bırakmışım onları ki kalsınlar gece ve gündüz
Aşıkların canları da gönülleri de çekip gitmiş
Ben de veriyorum gönlümü de canımı da, gece gündüz
Aklımın içinde gizleneni bulana dek
Başımı bir an bile kaşımayacağım, gece gündüz
Senin aşkın mutribliğe başladığından beri
Kâh çeng olmadayım kâh târ, gece gündüz
Senin (güzel ellerinin) mızrapla her bir vuruşunda
Feryâd ü figânım göklere yükselmededir, gece gündüz
-???
Ey aşıklar kervanının yularını çeken (gönüllerini elinde tutan)
Bu katarın içinde yol almadayım, gece gündüz
Mest olmuş kendinden habersiz bir deve gibi
Aşk yükünü durmadan çekmedeyim, gece gündüz
Senin dudaklarınla orucumu açana dek
Kıyamete kadar oruçlu olacağım, gece gündüz
O gün güzellik sofranda orucumu bozduğumdan
Her anım bayram olacaktır gece gündüz
Ey canı gecenin de gündüzün de canı olan (sevgili!)
Bekliyorum, bekliyorum gece gündüz
Bu zamana dek bayram etmemişim
Ay yüzün sayesinde bayram olacak gece gündüz
Visalin sözünü verdiğin geceden beri
Geceleri gündüzleri saymadayım, gece gündüz
Fazla fazla verdin ama hâlâ sevgine susamışız
Gözü yaşlı, ağlamadayız gece gündüz
Mütercim: Erdem Kurtoğlu
--------
Der hevâyet bî garârem rûz u şeb
Ser ze pâyet ber nedârem rûz u şeb
Rûz u şeb râ hemçu hod mecnun konem
Rûz u şeb râ key gozârem rûz u şeb
Cân u dil ez âşıkân mî hâstend
Cân u dil râ mî sipârem rûz u şeb
Tâ neyâbem an çe der megz e menest
Yek zemâni ser nehârem rûz u şeb
Tâ ki eşket mutribi âğâz kerd
Gâh çengem gâh târem rûz u şeb
Mî zenî to zehme vo ber mi reved
Tâ be gerdûn zîr u zârem rûz u şeb
*Sâgeyi kerdi beşer-râ çel sebûh u zen
Hemîr ender humârem rûz u şeb
Ey mehâre âşıkân der dest-i to
Der miyâne in ketârem rûz u şeb
Mî keşem mestâne bâret bi heber
Hemçu uştur zîr u bârem rûz u şeb
Tâ be nekşâ î be kendet rûze em
Tâ gıyâmet rûze dârem rûz u şeb
Çun zehâne fezl rûze bişkonem
Îyd-i bâşed rûzigârem rûz u şeb
Cân-ı rûz u cân-ı şeb ey cân-ı to
İntizârem intizârem rûz u şeb
Tâ be sâlî nîstem movkuf-ı îyd
Bâ mehi to îdivârem rûz u şeb
Zan-ı şebî ki va'de kerdî ruz-i vesl
Rûz u şeb râ mi şomârem rûz u şeb
Best ki kişt-i mihr-i cânem tişne est
Zebr-i dîde eşk bârem rûz u şeb
--------
Şiirdeki ahenge, ifadelerin güzelliğine, kelimelerin uyumuna bakınız. Bunlar masaya oturup yazılmış satırlar değil. Birdenbire söylenmiş ve üstelik şairin kendisi değil bir başkası tarafından kayda geçirilmiş satırlar. Şair demek istemiyorum esasen zira o bu yaptığını marifet saymıyor. Öyle olmasına rağmen tercümesi bile ne kadar güzel. İnsan gerçekten hayran kalıyor.
Bu sitede diğer gazeller de var, Farsça bilen bakabilir:
http://ganjoor.net/moulavi/shams/ghazalsh/sh302/
Olur da Şiraz şehrine gidersek, orada bir başka Farsça şiir çevirisi yayınlamak istiyorum.
"Altın ne oluyor, can ne oluyor; inci mercan danedir ki bir sevgiliye harcamadıktan, bir güzel dosttan fedâ edilmedikten sonra?"
Asıl dost kim, asıl sevilecek kim, iyi seçmek gerekiyor. Görünen o ki Mevlâna iyi seçmiş. Bakalım biz kimi seçeceğiz.
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Dediler ki: Sübhansın (ya Rab!). Senin bize bildirdiğinden başka bildiğimiz yoktur. Şüphesiz sen Alîm'sin (her şeyi bilen), Hakîm'sin (hikmetle iş yapan).
Sağlıcakla kalınız.
19 Haziran 2015
03:22
Selâmün aleyküm aziz okuyucu. Bu yazıya başlamayı sürekli erteledim, erteledim ve nihayet tam da şimdi başlayabildim. Hesabıma göre 20 gün evvel yazmış olmam gerekiyordu lâkin o sıralarda birkaç meseleden dolayı yazamadım daha sonra da gerek üşengeçlik gerekse de sınavlar yüzünden 20 günü geçirdim. Şu an -çok şükür- zor da olsa kalemi elime alabildim. Bugünün işini yarına bırakma sözünü çok iyi idrak ettim.
Bu yazıda daha önce dinlediğim Farsça bir gazelin çevirisini sunacağım. Gazelin büyük bir kısmını bir arkadaşıma çevirttim, birkaç beyti de bir kitaptan buldum. Lâkin şiir Farsça haline benzerlik göstersin diye üzerlerinde biraz oynama yaptım.
Okumaya başlamadan önce gazeli
buradan dinlemenizi tavsiye ederim, fakat okuduktan sonra da dinleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=-aYT-nTdah8
Bu kadar mâlumattan sonra size bu gazele nasıl ulaştığımın hikâyesini anlatayım.
Aralık'ta bir haftalığına eve gittiğim zaman arkadaşımda teyp görmüştüm. Ben de alayım, hem kasetten hem de radyodan bir şeyler dinlerim diye düşündüm. Bu düşünceyle Doğubank'tan; radyo, kaset çalar, ses kaydı, usb okuyucu gibi bir sürü özelliği olan bir tane cihaz aldım (yalnızca kapatma düğmesi yok, şarj bitene kadar açık kalıyor). Eve sonraki gidişimde bulduğum eski kasetlerden 5-6 tanesini yanıma aldım. İçinde İsmet Özel'in, Ahmed Arif'in şiir kasetleri de vardı. Bunları dinledim ama bir süre sonra başka kasetleri de deneyeyim dedim ve işte o sırada üzerinde farsça ağıt yazan bir tanesini teybe koydum, çalmaya başladı. 87 yılından kalma olan bu kaset müthiş derecede hoşuma gitti. Daha sonra anladım ki meğer içindekiler ağıt değil Mevlâna'nın divanından gazeller imiş. Farsça dilini zaten seviyordum bu vesileyle ilgim bir kat daha arttı. Aradan bir süre geçti, Fatih'te yürürken bir sahafa denk geldim, bir baktım Divan-ı Kebir. Oradan satın aldım, boş zamanlarımda okumaya başladım. İşte böyle ulaştım. Derken içimdeki merak gitgide büyüdü... büyüdü, en sonunda İran'a gitmeye karar verdim. Allah'ın izniyle bu yaz yolcuyum. Yani demem o ki şu dünya çok ilginç. Babamın 28 yıl önce aldığı kaset nelere yol açıyor bakar mısınız? Twitter'da hep retweetledikleri bir cümle var ya hani, insan gerçekten hayret ediyor...
Twitter demişken, twitter sanki bizler için yapılmış bir sınıflandırma cihazı gibi. Pokedex vardı eskilerden hatırlarsanız. Tıpkı o pokedex gibi. Ama bu sınıfların içinde en çelişkili bir tanesi var ki o da, sürekli hukukçu olduklarına vurgu yapıp daha sonra sınavda kopya çekenler. Buna dikkat etmek lâzım diye düşünüyorum.
Evet şimdi gazele geçebiliriz. Gazel Mevlâna'nın 302 numaralı gazelidir. Gazelden çeviremediğimiz sadece 1 beyit var oraya yıldız koyacağım. Çevirememe sebebimiz de çok eski kelimelerden mürekkeb olması. Öyle eski ki sözlükte yok bu kelimeler. Önce Farsçasını sonra tercümesini daha sonra da Farsça hâlinin Latin harfleriyle yazılışını vereceğim.
!بـــــــــــــی قرار
در هوایت بیقرارم روز و شب
سر ز پایت برندارم روز و شب
روز و شب را همچو خود مجنون کنم
روز و شب را کی گذارم روز و شب
جان و دل از عاشقان میخواستند
جان و دل را میسپارم روز و شب
تا نیابم آنچه در مغز منست
یک زمانی سر نخارم روز و شب
تا که عشقت مطربی آغاز کرد
گاه چنگم گاه تارم روز و شب
میزنی تو زخمه و بر میرود
تا به گردون زیر و زارم روز و شب
*ساقیی کردی بشر را چل صبوح
زان خمیر اندر خمارم روز و شب
ای مهار عاشقان در دست تو
در میان این قطارم روز و شب
میکشم مستانه بارت بیخبر
همچو اشتر زیر بارم روز و شب
تا بنگشایی به قندت روزهام
تا قیامت روزه دارم روز و شب
چون ز خوان فضل روزه بشکنم
عید باشد روزگارم روز و شب
جان روز و جان شب ای جان تو
انتظارم انتظارم روز و شب
تا به سالی نیستم موقوف عید
با مه تو عیدوارم روز و شب
زان شبی که وعده کردی روز وصل
روز و شب را میشمارم روز و شب
بس که کشت مهر جانم تشنه است
ز ابر دیده اشکبارم روز و شب
Seni düşünmekten kararsız kalmışım gece gündüz
Başımı ayaklarına koymuş secde etmişim gece gündüz
Geceyi de gündüzü de kendim gibi mecnun etmişim
Ne zaman bırakmışım onları ki kalsınlar gece ve gündüz
Aşıkların canları da gönülleri de çekip gitmiş
Ben de veriyorum gönlümü de canımı da, gece gündüz
Aklımın içinde gizleneni bulana dek
Başımı bir an bile kaşımayacağım, gece gündüz
Senin aşkın mutribliğe başladığından beri
Kâh çeng olmadayım kâh târ, gece gündüz
Senin (güzel ellerinin) mızrapla her bir vuruşunda
Feryâd ü figânım göklere yükselmededir, gece gündüz
-???
Ey aşıklar kervanının yularını çeken (gönüllerini elinde tutan)
Bu katarın içinde yol almadayım, gece gündüz
Mest olmuş kendinden habersiz bir deve gibi
Aşk yükünü durmadan çekmedeyim, gece gündüz
Senin dudaklarınla orucumu açana dek
Kıyamete kadar oruçlu olacağım, gece gündüz
O gün güzellik sofranda orucumu bozduğumdan
Her anım bayram olacaktır gece gündüz
Ey canı gecenin de gündüzün de canı olan (sevgili!)
Bekliyorum, bekliyorum gece gündüz
Bu zamana dek bayram etmemişim
Ay yüzün sayesinde bayram olacak gece gündüz
Visalin sözünü verdiğin geceden beri
Geceleri gündüzleri saymadayım, gece gündüz
Fazla fazla verdin ama hâlâ sevgine susamışız
Gözü yaşlı, ağlamadayız gece gündüz
Mütercim: Erdem Kurtoğlu
--------
Der hevâyet bî garârem rûz u şeb
Ser ze pâyet ber nedârem rûz u şeb
Rûz u şeb râ hemçu hod mecnun konem
Rûz u şeb râ key gozârem rûz u şeb
Cân u dil ez âşıkân mî hâstend
Cân u dil râ mî sipârem rûz u şeb
Tâ neyâbem an çe der megz e menest
Yek zemâni ser nehârem rûz u şeb
Tâ ki eşket mutribi âğâz kerd
Gâh çengem gâh târem rûz u şeb
Mî zenî to zehme vo ber mi reved
Tâ be gerdûn zîr u zârem rûz u şeb
*Sâgeyi kerdi beşer-râ çel sebûh u zen
Hemîr ender humârem rûz u şeb
Ey mehâre âşıkân der dest-i to
Der miyâne in ketârem rûz u şeb
Mî keşem mestâne bâret bi heber
Hemçu uştur zîr u bârem rûz u şeb
Tâ be nekşâ î be kendet rûze em
Tâ gıyâmet rûze dârem rûz u şeb
Çun zehâne fezl rûze bişkonem
Îyd-i bâşed rûzigârem rûz u şeb
Cân-ı rûz u cân-ı şeb ey cân-ı to
İntizârem intizârem rûz u şeb
Tâ be sâlî nîstem movkuf-ı îyd
Bâ mehi to îdivârem rûz u şeb
Zan-ı şebî ki va'de kerdî ruz-i vesl
Rûz u şeb râ mi şomârem rûz u şeb
Best ki kişt-i mihr-i cânem tişne est
Zebr-i dîde eşk bârem rûz u şeb
--------
Şiirdeki ahenge, ifadelerin güzelliğine, kelimelerin uyumuna bakınız. Bunlar masaya oturup yazılmış satırlar değil. Birdenbire söylenmiş ve üstelik şairin kendisi değil bir başkası tarafından kayda geçirilmiş satırlar. Şair demek istemiyorum esasen zira o bu yaptığını marifet saymıyor. Öyle olmasına rağmen tercümesi bile ne kadar güzel. İnsan gerçekten hayran kalıyor.
Bu sitede diğer gazeller de var, Farsça bilen bakabilir:
http://ganjoor.net/moulavi/shams/ghazalsh/sh302/
Olur da Şiraz şehrine gidersek, orada bir başka Farsça şiir çevirisi yayınlamak istiyorum.
"Altın ne oluyor, can ne oluyor; inci mercan danedir ki bir sevgiliye harcamadıktan, bir güzel dosttan fedâ edilmedikten sonra?"
Asıl dost kim, asıl sevilecek kim, iyi seçmek gerekiyor. Görünen o ki Mevlâna iyi seçmiş. Bakalım biz kimi seçeceğiz.
قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Dediler ki: Sübhansın (ya Rab!). Senin bize bildirdiğinden başka bildiğimiz yoktur. Şüphesiz sen Alîm'sin (her şeyi bilen), Hakîm'sin (hikmetle iş yapan).
Sağlıcakla kalınız.
10 Mayıs 2015 Pazar
Shakespeare 18. Sone
1 Safer 1432
10 Mayıs 2015
19:05
Neden böyle bir şey yaptım? Bence insan bu soruyu her fiilin ardından sormalı kendine. Takriben 2 hafta evvel Ankara'daydım, orada bir güzel insan sayesinde tekrar fark ettim ki Farsça çok güzel bir dil ama ne yazık ki ben onu bilmiyorum. Sadi okuyabilmeyi gerçekten isterdim. Gelgelelim bu dili öğrenme ihtimalim de şu an için yok çünkü öncesinde yapmam gereken başka şeyler var. Bu gerçekten içime dert olmuştu ama elden gelen bir şey de yoktu. Madem öyle elimde olanlara rücû edeyim dedim. İngilizce yazan birini bulmaya çalıştım. Şüphesiz birçok seçenek var ama benim özellikle çevirmek istediğim 2 kişi oldu o esnada. Biri Shakespeare diğeri de Marshal Mathers (nam-ı diğer meşhur Eminem). Eminem nerden çıktı diyeceksiniz, ne alaka? Babamın tabiriyle nerden hortladı şimdi? Ben bilirim ki Allah Sâni'dir (sanatla yaratan). Her varlığa, her insana mutlaka bir haslet vermiştir. Bu adam, bence, her ne kadar iğrenç ve pislik bir herif de olsa çok ince bir zeka verilmiş kendisine. Bu sonuca henüz yeni yeni bilinmeye başlayıp kendini şöhretin yapmacıklı denizi içinde daha kaybetmemişken yazdığı sözlerden vardım (örneğin rapgenius adlı siteden "Remember me" adlı parçanın açıklamalarına bakabilirsiniz. Fakat bilin ki içerisinde bol miktarda müstehcen söz var dolayısıyla kendi sorumluluğunuzu üstlenerek bakın bakacaksanız) Bunu size bir yazıyla anlatmayı isterdim ama şu an bunu yapamam ne yazık ki.
Bu sebeple Shakespeare olsun dedim. Okuduğum oyunlarındaki teşbihler müthişti. Biraz araştırdım ve en sonunda 18. Sone'de karar kıldım. Ama şunu da söyleyim sonelerini açıkçası bu yazıyı yazarken ilk defa okudum. Fakültemiz hocalarından Aydın Gülan, Hukuk Kültürü adındaki derslerinden birinde malumatfüruşluk yapmak gibi bir ifade kullandı. Bu ifade bende çok yer etti. O sebeple özellikle belirtmek istiyorum ki ben de pek bir şey bilmiyorum soneler hakkında.
Lütfen okumaya başlamadan önce şunu açınız. Okuduğunuz şeyden %43 daha fazla lezzet alacağınızı iddia ediyorum:
https://www.youtube.com/watch?v=wa1FZwPURlw
(Ne var ki bu iddiamı çürütme ihtimaliniz de yok)
--------------
Shall I compare thee to a summer's day?
Thou art more lovely and more temperate:
Rough winds do shake the darling buds of May,
And summer's lease hath all too short a date:
Sometime too hot the eye of heaven shines,
And often is his gold complexion dimmed,
And every fair from fair sometime declines,
By chance, or nature's changing course untrimmed:
But thy eternal summer shall not fade,
Nor lose possession of that fair thou ow'st,
Nor shall death brag thou wander'st in his shade,
When in eternal lines to time thou grow'st,
So long as men can breathe, or eyes can see,
So long lives this, and this gives life to thee.
--------------
Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.
(Şiiri kendim çevirmedim zira şiir çevirmek çok uğraştırıcı bir iş, o yüzden en çok tercih edilen çeviriyi alıntıladım, her ne kadar biraz hatalı olduğunu düşünsem de)
Bu -doğal olarak- en ünlü sonelerden biri. Ama onu tek başına değerlendirmek bir hata olur zira dizelerin açıklayıcı gücü; şairin gençliğin güzelliğini lâyıkıyla tasvir etmesi -ya da edememesi-; ve de ölümsüzlüğün bu "sonsuz dizeler" sayesinde aktarılması açısından diğer birçok sonenin temalarıyla bağlantılı (meselâ 1-17 arası soneler doğurganlık temalıydı, Adil Lord'u çocuk sahibi olmaya iknayı amaçlıyordu). Şairin, yeryüzünde insanlar nefes aldıkça dizelerinin yaşayacağına dair tam bir güven içinde olması fakat daha sonra zayıf zekâsı ve naçizane dizeleri için özür dilemesi dikkate şayandır. Onların gençliğin ihtişamını kuşatamadığını, kavrayamadığını söyler. Lâkin bu sonede, belki de aşkının ilk günlerinde [sonelerin otobiyografik olduğu söylenir nitekim Wordsworth* de bu kanıdadır (Shakespeare sonelerle gönlünün kilidini kırdı)], kendinden hiçbir şüphesi yoktur ve gençliğin o sonsuz yazı şairin satırlarında saklıdır.
Şair başarılı bir yöntem izler bu sonede. Şiir, işlevini yani gençliği yüceltmeyi ilginç bir yol ile, kötüleme yöntemi ile yerine getirir. Yaz günü birçok açıdan yetersiz bulunmaktadır (çok kısa, çok sıcak, çok zorlu, bazen soldurucu) ama ilginç bir biçimde yüceltme işlevi hepsinden yeterince alınarak yapılmıştır ve ortaya sevimlilik (loveliness) çıkmıştır. Evet, sevgili aslında kusursuz bir yaz günü gibidir; güzeldir, cana yakındır, güneşlidir, ısıtıcıdır, Mayıs ayının nazenin tomurcuklarından biridir. İşte bu şekilde sevgilinin güzellikleri mukayese yöntemi ile göz önüne çıkarılmıştır.
1609'daki Çeyrekboy Kitap Hâli (Quarto Version)
Shall I compare thee to a Summers day?
Thou art more louely and more temperate:
Rough windes do ſhake the darling buds of Maie,
And Sommers leaſe hath all too ſhorte a date:
Sometime too hot the eye of heauen ſhines,
And often is his gold complexion dimm'd,
And euery faire from faire ſome-time declines,
By chance, or natures changing courſe vntrim'd:
But thy eternall Sommer ſhall not fade,
Nor looſe poſſeſſion of that faire thou ow'ſt,
Nor ſhall death brag thou wandr'ſt in his ſhade,
When in eternall lines to time thou grow'ſt,
So long as men can breathe or eyes can ſee,
So long liues this,and this giues life to thee,
Eski İngilizce ne kadar da değişik geliyor insana. Lâkin azıcık bir uğraşla bir İngiliz 400 sene evvelki dilini anlayabiliyor. ſ = s çıkarımını yapsa bile çoğu kelime anlaşılır oluyor. Fakat biz 100 sene evvelini anlayamayacak kadar cahil hâle geldik ve gûya tarihten ders çıkaracağız. Heyhat, ne ilerleme ama!
—Şerh Kısmı
Öncelikle belirteyim bu şerh (detaylı açıklama) işini yabancılardan başka yapan yok, madem öyle bari onlarınkini çevireyim dedim (üstteki kısımlar da çeviri kendi yorumlarım değil) ve bu işi yapan birine mail attım Türkçe'ye çevirebilir miyim diye, o da bana şöyle bir cevap verdi:
"Hi Hearun". Nükteyi fark edemeyip ismimin böyle olduğunu düşünenler oluyor ve nedense bana çok gülünç geliyor. Halbuki olağan bir şey. Yeri gelmişken bundan da bahsetmek istiyorum. Bundan 2-3 sene kadar evvel kim hatırlamıyorum ama birisi bana böyle seslendi ve o gün nedense tuhafıma gitti. Arada sırada oyunlarda ve sair yerlerde takma isim olarak yazmaya başladım ve fark ettim ki insanların da ilgisini çekiyor. Bunun sebebini tam anlayamadım ama soranlara bir açıklama geliştirdim kendimce; şimdi Harun ismi Arapça'da elif ile yazıldığından (هارن) dolayı e~a arası bir sesle okunur. Ben de bu sebeple öyle yazıyorum demeye başladım. Böyle tutturduk gidiyoruz bakalım sonumuz hayrolsun. Sanırım şerh kısmına geçebiliriz artık. Ha unutmadan, bu kısmın hepsi çeviri değil içine eklemeler yaptım yorumlar anlaşılır olsun diye (1752'deki takvim olayı meselâ).
1) Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Bu genelde "seni bir şeye benzetecek olsam neye benzetirdim?" anlamında kullanılan bir kalıp. Sevilen ile doğadaki güzellikler arasında yapılan mukayeselerle arka zeminde bu soruya cevap aranır. Shakespeare bu işi çok iyi yapar, öyle ki sonelerin etkilerini Wordsworth'ün dizelerinde bile görmek mümkündür.
We'll talk of sunshine and of song
And summer days when we were young
Sweet childish days which we were as long
As twenty days are now.
(İngiliz aksanıyla okursanız kafiyeli olur)
Güneş ışığından konuşacağız, şarkıdan
Ve yaz günlerinden hani biz gençken
O tatlı, çocuksu günlerden ki
Bir tanesi, yirmi güne denk gelir şimdi
(Bu dörtlüğü ben çevirdim inşallah beğenirsiniz :3)
Böylesi anımsatmalar elbette kronolojik sırayla da ilgili fakat "yaz", "günler", "şarkı", "tatlı" gibi kelimelerin üst üste kullanılmasıyla bu etkiyi daha sarih (sarih = açık, bu kelimeyi kullanmış olmak istedim de :3) bir şekilde görebiliriz.
2) Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Gençliğin güzelliği bir yaz gününden bile daha güzeldir. Daha sıcak, daha nazik, daha dengeli. Oysa bir yaz günü gayet ölçüsüz olabilir, tıpkı aşağıda anlatılacağı gibi.
3) Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Çeviride "taze tomurcuklar" denmiş ama metnin esasında taze tomurcuklar değil Mayıs'ın biricik tomurcukları deniyor. Shakespeare'in zamanında Mayıs bir yaz ayıydı (İngiltere Gregoryen takvimine 1752'de geçti. Daha evvelinde şimdikinden en az 2 hafta geri bir yıldız ayarlı takvim kullanıyordu - Sidereal calendar). Mayıs'ın biricik tomurcukları, yaz başlarının o güzel, pek sevilen tomurcuklarıydı; çiçeklerdi.
4) Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Yaz mevsimi senede bir yer tutar elbet, ama bu pek kısadır ve erken biter. Şair ne kadar da haklı!
5) Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Bir başka çeviriden kaynaklanan fark. "Göğün gözü" değil aslında "Cennetin gözü"dür o (the eye of heaven). O dediğimiz kim? Güneş.
6) Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
"kararır yüzü" denmiş çeviride, metnin esasında ise "altın teni" ifadesi kullanılmış (his gold complexion). Güneşin altın teni, ne çarpıcı bir teşbih.
7) Her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
Ve her güzel şey zamanla düşer gözden. Hiçbiri de kalamaz zirvede.
8) Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Şans eseri midir yoksa inişli çıkışlı yapısından mıdır bilinmez; tabiat düzensizdir. Düzensiz — bu kelime doğadaki diğer varlıklara atıf yapıyor olabilir fakat daha önceki sonelerde zikredilen varlıklara da atıf yaptığı düşünülebilir. 1-17. Soneler doğurganlık (procreation) temalı olduğundan meselâ kadınlara (hehe).
9) Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Birkaç dize sonra sözü verilen sonsuzluğa bir atıf.
10) Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Burası son derece açık. Şunu belirtmekte fayda var lâkin ow'st = ownest, possess.
11) Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Burada çeşitli "yarım taklitler" var. Yani üslub olarak. İncil'den olanlar muhtemelen şunlar: "Ey Ölüm, nerede iğnen? Ya da kabir, nerede zaferin?". Burada ölümün hayat üzerinde kurduğu üstünlükler ile övünmesine bir nevi meydan okuma var. Psalms 23:4 de bunlara eklenebilir: "Yea though I walk through the valley of the shadow of death I will fear no evil... (En karanlık vadiden geçerken bile hiçbir musibetten korkmayacağım...)"
Klasik edebiyatta gölgeler, ruhlar aleminde (yeraltı dünyasında, cehennemde; hülâsa kötü bir yer) ne dediği anlaşılmayan hayaletler gibi uçuşur. Shakespeare ise bunu Virgilius'un 6. Aeneid kitabında Aeneas'ı ruhlar alemine yollamasından biliyor olabilir.
12) Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
Burada satır diye çevrilen kelime "line" esasen çizgi manasına gelir. Yani burada Shakespeare bir soyağacı çizgisinden bahsediyor da olabilir. Fakat Adil Lord'u çocuk sahibi olmaya ikna etme çabaları 17. Sone'de bittiği için temaya ters düşen bir yorum ve zayıf bir ihtimal.
13) İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Gayet açık, cüretkâr ve -en azından şimdiye dek- yerinde bir iddia.
14) Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.
"Bu mısralar seni işte bu şekilde yaşatıyor, ödüllendiriyor, yeniliyor" der gibi.
İnsan yine de ufak, eser mahiyetinde bir duyguyla kalakalıyor: belki de gençliğin güzelliği bir yaz gününden bile fazla sürmeyecektir, şairin bu mağrur böbürlenişine rağmen.
----------
Most of the credits goes to: www.shakespeare-sonnets.com
Sayounara!
*William Wordsworth (1770-1850), İngiliz Romantizminin kurucularından sayılan şair.
10 Mayıs 2015
19:05
Neden böyle bir şey yaptım? Bence insan bu soruyu her fiilin ardından sormalı kendine. Takriben 2 hafta evvel Ankara'daydım, orada bir güzel insan sayesinde tekrar fark ettim ki Farsça çok güzel bir dil ama ne yazık ki ben onu bilmiyorum. Sadi okuyabilmeyi gerçekten isterdim. Gelgelelim bu dili öğrenme ihtimalim de şu an için yok çünkü öncesinde yapmam gereken başka şeyler var. Bu gerçekten içime dert olmuştu ama elden gelen bir şey de yoktu. Madem öyle elimde olanlara rücû edeyim dedim. İngilizce yazan birini bulmaya çalıştım. Şüphesiz birçok seçenek var ama benim özellikle çevirmek istediğim 2 kişi oldu o esnada. Biri Shakespeare diğeri de Marshal Mathers (nam-ı diğer meşhur Eminem). Eminem nerden çıktı diyeceksiniz, ne alaka? Babamın tabiriyle nerden hortladı şimdi? Ben bilirim ki Allah Sâni'dir (sanatla yaratan). Her varlığa, her insana mutlaka bir haslet vermiştir. Bu adam, bence, her ne kadar iğrenç ve pislik bir herif de olsa çok ince bir zeka verilmiş kendisine. Bu sonuca henüz yeni yeni bilinmeye başlayıp kendini şöhretin yapmacıklı denizi içinde daha kaybetmemişken yazdığı sözlerden vardım (örneğin rapgenius adlı siteden "Remember me" adlı parçanın açıklamalarına bakabilirsiniz. Fakat bilin ki içerisinde bol miktarda müstehcen söz var dolayısıyla kendi sorumluluğunuzu üstlenerek bakın bakacaksanız) Bunu size bir yazıyla anlatmayı isterdim ama şu an bunu yapamam ne yazık ki.
Bu sebeple Shakespeare olsun dedim. Okuduğum oyunlarındaki teşbihler müthişti. Biraz araştırdım ve en sonunda 18. Sone'de karar kıldım. Ama şunu da söyleyim sonelerini açıkçası bu yazıyı yazarken ilk defa okudum. Fakültemiz hocalarından Aydın Gülan, Hukuk Kültürü adındaki derslerinden birinde malumatfüruşluk yapmak gibi bir ifade kullandı. Bu ifade bende çok yer etti. O sebeple özellikle belirtmek istiyorum ki ben de pek bir şey bilmiyorum soneler hakkında.
Lütfen okumaya başlamadan önce şunu açınız. Okuduğunuz şeyden %43 daha fazla lezzet alacağınızı iddia ediyorum:
https://www.youtube.com/watch?v=wa1FZwPURlw
(Ne var ki bu iddiamı çürütme ihtimaliniz de yok)
--------------
Shall I compare thee to a summer's day?
Thou art more lovely and more temperate:
Rough winds do shake the darling buds of May,
And summer's lease hath all too short a date:
Sometime too hot the eye of heaven shines,
And often is his gold complexion dimmed,
And every fair from fair sometime declines,
By chance, or nature's changing course untrimmed:
But thy eternal summer shall not fade,
Nor lose possession of that fair thou ow'st,
Nor shall death brag thou wander'st in his shade,
When in eternal lines to time thou grow'st,
So long as men can breathe, or eyes can see,
So long lives this, and this gives life to thee.
--------------
Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.
(Şiiri kendim çevirmedim zira şiir çevirmek çok uğraştırıcı bir iş, o yüzden en çok tercih edilen çeviriyi alıntıladım, her ne kadar biraz hatalı olduğunu düşünsem de)
Bu -doğal olarak- en ünlü sonelerden biri. Ama onu tek başına değerlendirmek bir hata olur zira dizelerin açıklayıcı gücü; şairin gençliğin güzelliğini lâyıkıyla tasvir etmesi -ya da edememesi-; ve de ölümsüzlüğün bu "sonsuz dizeler" sayesinde aktarılması açısından diğer birçok sonenin temalarıyla bağlantılı (meselâ 1-17 arası soneler doğurganlık temalıydı, Adil Lord'u çocuk sahibi olmaya iknayı amaçlıyordu). Şairin, yeryüzünde insanlar nefes aldıkça dizelerinin yaşayacağına dair tam bir güven içinde olması fakat daha sonra zayıf zekâsı ve naçizane dizeleri için özür dilemesi dikkate şayandır. Onların gençliğin ihtişamını kuşatamadığını, kavrayamadığını söyler. Lâkin bu sonede, belki de aşkının ilk günlerinde [sonelerin otobiyografik olduğu söylenir nitekim Wordsworth* de bu kanıdadır (Shakespeare sonelerle gönlünün kilidini kırdı)], kendinden hiçbir şüphesi yoktur ve gençliğin o sonsuz yazı şairin satırlarında saklıdır.
Şair başarılı bir yöntem izler bu sonede. Şiir, işlevini yani gençliği yüceltmeyi ilginç bir yol ile, kötüleme yöntemi ile yerine getirir. Yaz günü birçok açıdan yetersiz bulunmaktadır (çok kısa, çok sıcak, çok zorlu, bazen soldurucu) ama ilginç bir biçimde yüceltme işlevi hepsinden yeterince alınarak yapılmıştır ve ortaya sevimlilik (loveliness) çıkmıştır. Evet, sevgili aslında kusursuz bir yaz günü gibidir; güzeldir, cana yakındır, güneşlidir, ısıtıcıdır, Mayıs ayının nazenin tomurcuklarından biridir. İşte bu şekilde sevgilinin güzellikleri mukayese yöntemi ile göz önüne çıkarılmıştır.
1609'daki Çeyrekboy Kitap Hâli (Quarto Version)
Shall I compare thee to a Summers day?
Thou art more louely and more temperate:
Rough windes do ſhake the darling buds of Maie,
And Sommers leaſe hath all too ſhorte a date:
Sometime too hot the eye of heauen ſhines,
And often is his gold complexion dimm'd,
And euery faire from faire ſome-time declines,
By chance, or natures changing courſe vntrim'd:
But thy eternall Sommer ſhall not fade,
Nor looſe poſſeſſion of that faire thou ow'ſt,
Nor ſhall death brag thou wandr'ſt in his ſhade,
When in eternall lines to time thou grow'ſt,
So long as men can breathe or eyes can ſee,
So long liues this,and this giues life to thee,
Eski İngilizce ne kadar da değişik geliyor insana. Lâkin azıcık bir uğraşla bir İngiliz 400 sene evvelki dilini anlayabiliyor. ſ = s çıkarımını yapsa bile çoğu kelime anlaşılır oluyor. Fakat biz 100 sene evvelini anlayamayacak kadar cahil hâle geldik ve gûya tarihten ders çıkaracağız. Heyhat, ne ilerleme ama!
—Şerh Kısmı
Öncelikle belirteyim bu şerh (detaylı açıklama) işini yabancılardan başka yapan yok, madem öyle bari onlarınkini çevireyim dedim (üstteki kısımlar da çeviri kendi yorumlarım değil) ve bu işi yapan birine mail attım Türkçe'ye çevirebilir miyim diye, o da bana şöyle bir cevap verdi:
"Hi Hearun". Nükteyi fark edemeyip ismimin böyle olduğunu düşünenler oluyor ve nedense bana çok gülünç geliyor. Halbuki olağan bir şey. Yeri gelmişken bundan da bahsetmek istiyorum. Bundan 2-3 sene kadar evvel kim hatırlamıyorum ama birisi bana böyle seslendi ve o gün nedense tuhafıma gitti. Arada sırada oyunlarda ve sair yerlerde takma isim olarak yazmaya başladım ve fark ettim ki insanların da ilgisini çekiyor. Bunun sebebini tam anlayamadım ama soranlara bir açıklama geliştirdim kendimce; şimdi Harun ismi Arapça'da elif ile yazıldığından (هارن) dolayı e~a arası bir sesle okunur. Ben de bu sebeple öyle yazıyorum demeye başladım. Böyle tutturduk gidiyoruz bakalım sonumuz hayrolsun. Sanırım şerh kısmına geçebiliriz artık. Ha unutmadan, bu kısmın hepsi çeviri değil içine eklemeler yaptım yorumlar anlaşılır olsun diye (1752'deki takvim olayı meselâ).
1) Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Bu genelde "seni bir şeye benzetecek olsam neye benzetirdim?" anlamında kullanılan bir kalıp. Sevilen ile doğadaki güzellikler arasında yapılan mukayeselerle arka zeminde bu soruya cevap aranır. Shakespeare bu işi çok iyi yapar, öyle ki sonelerin etkilerini Wordsworth'ün dizelerinde bile görmek mümkündür.
We'll talk of sunshine and of song
And summer days when we were young
Sweet childish days which we were as long
As twenty days are now.
(İngiliz aksanıyla okursanız kafiyeli olur)
Güneş ışığından konuşacağız, şarkıdan
Ve yaz günlerinden hani biz gençken
O tatlı, çocuksu günlerden ki
Bir tanesi, yirmi güne denk gelir şimdi
(Bu dörtlüğü ben çevirdim inşallah beğenirsiniz :3)
Böylesi anımsatmalar elbette kronolojik sırayla da ilgili fakat "yaz", "günler", "şarkı", "tatlı" gibi kelimelerin üst üste kullanılmasıyla bu etkiyi daha sarih (sarih = açık, bu kelimeyi kullanmış olmak istedim de :3) bir şekilde görebiliriz.
2) Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Gençliğin güzelliği bir yaz gününden bile daha güzeldir. Daha sıcak, daha nazik, daha dengeli. Oysa bir yaz günü gayet ölçüsüz olabilir, tıpkı aşağıda anlatılacağı gibi.
3) Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
Çeviride "taze tomurcuklar" denmiş ama metnin esasında taze tomurcuklar değil Mayıs'ın biricik tomurcukları deniyor. Shakespeare'in zamanında Mayıs bir yaz ayıydı (İngiltere Gregoryen takvimine 1752'de geçti. Daha evvelinde şimdikinden en az 2 hafta geri bir yıldız ayarlı takvim kullanıyordu - Sidereal calendar). Mayıs'ın biricik tomurcukları, yaz başlarının o güzel, pek sevilen tomurcuklarıydı; çiçeklerdi.
4) Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Yaz mevsimi senede bir yer tutar elbet, ama bu pek kısadır ve erken biter. Şair ne kadar da haklı!
5) Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Bir başka çeviriden kaynaklanan fark. "Göğün gözü" değil aslında "Cennetin gözü"dür o (the eye of heaven). O dediğimiz kim? Güneş.
6) Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
"kararır yüzü" denmiş çeviride, metnin esasında ise "altın teni" ifadesi kullanılmış (his gold complexion). Güneşin altın teni, ne çarpıcı bir teşbih.
7) Her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
Ve her güzel şey zamanla düşer gözden. Hiçbiri de kalamaz zirvede.
8) Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Şans eseri midir yoksa inişli çıkışlı yapısından mıdır bilinmez; tabiat düzensizdir. Düzensiz — bu kelime doğadaki diğer varlıklara atıf yapıyor olabilir fakat daha önceki sonelerde zikredilen varlıklara da atıf yaptığı düşünülebilir. 1-17. Soneler doğurganlık (procreation) temalı olduğundan meselâ kadınlara (hehe).
9) Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Birkaç dize sonra sözü verilen sonsuzluğa bir atıf.
10) Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Burası son derece açık. Şunu belirtmekte fayda var lâkin ow'st = ownest, possess.
11) Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Burada çeşitli "yarım taklitler" var. Yani üslub olarak. İncil'den olanlar muhtemelen şunlar: "Ey Ölüm, nerede iğnen? Ya da kabir, nerede zaferin?". Burada ölümün hayat üzerinde kurduğu üstünlükler ile övünmesine bir nevi meydan okuma var. Psalms 23:4 de bunlara eklenebilir: "Yea though I walk through the valley of the shadow of death I will fear no evil... (En karanlık vadiden geçerken bile hiçbir musibetten korkmayacağım...)"
Klasik edebiyatta gölgeler, ruhlar aleminde (yeraltı dünyasında, cehennemde; hülâsa kötü bir yer) ne dediği anlaşılmayan hayaletler gibi uçuşur. Shakespeare ise bunu Virgilius'un 6. Aeneid kitabında Aeneas'ı ruhlar alemine yollamasından biliyor olabilir.
12) Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
Burada satır diye çevrilen kelime "line" esasen çizgi manasına gelir. Yani burada Shakespeare bir soyağacı çizgisinden bahsediyor da olabilir. Fakat Adil Lord'u çocuk sahibi olmaya ikna etme çabaları 17. Sone'de bittiği için temaya ters düşen bir yorum ve zayıf bir ihtimal.
13) İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Gayet açık, cüretkâr ve -en azından şimdiye dek- yerinde bir iddia.
14) Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.
"Bu mısralar seni işte bu şekilde yaşatıyor, ödüllendiriyor, yeniliyor" der gibi.
İnsan yine de ufak, eser mahiyetinde bir duyguyla kalakalıyor: belki de gençliğin güzelliği bir yaz gününden bile fazla sürmeyecektir, şairin bu mağrur böbürlenişine rağmen.
----------
Most of the credits goes to: www.shakespeare-sonnets.com
Sayounara!
*William Wordsworth (1770-1850), İngiliz Romantizminin kurucularından sayılan şair.
23 Nisan 2015 Perşembe
Var olmanın dayanılmaz güzelliği
Regaib kandili bugün. Bugün bir şeyler yazmak istedim. Bugün tevbeler kabul olur zira. Özellikle bugün yazmak istedim zira gözden kaçırdığımız şeyler var.
Bazı günler yok olmayı düşünürüm. Yok dediysek ölmek değil, külliyen yok olmak. Yok olmak nedir? Yok olmayı hissetmeye çalışın lütfen, sizden istirham ediyorum. Nedir olmamak? Hiç olmayı hissedin. Var olmamayı hissedin. Anne karnı, bebeklik, gençlik, ihtiyarlık hülâsa dünya hayatını hayal edin. Ahiret diyarını hayal edin. Cennet, cehennem birine gittiğinizi düşünün. Ve sonra birden bire, evet aniden, ''yok'' olduğunuzu düşünün. Hissedin. Daha önce hiç yapmadınız bunu. Yapmaya çalışın. Yok olmak. Silinmek. Allah'ın sizi birdenbire yok ettiğini düşünün. Düşünün bu çıldırtıcı düşünceyi. Korkun. Yok olmanın korkusunu yaşayın. Varsayın ki dünyamız bir kıvılcım aydınlığında yok olacak ve.. ve yerine bir başkası konulacak. Ve siz de yok olacaksınız. Yok, yok, yok...
Felsefenin en büyük sorusu, işte en büyük kâbusu: bir şey var olmayabilecekken neden vardır?
''Neden, şu bizi hiçlikten ayıran 'ne olduğu bilinmeyen' var? Zamanların başlangıcında ne oldu da bugün var olan her şey, bu ağaçlar bu çiçekler, sanki hiç bir şey olmamış gibi sokaktan geçen bu insanlar doğdu? Hangi güç evrene bu biçimlerini verdi?''
Evrene bu biçimini veren gücün ne olduğu sorusunun cevabı lâ raybe fîh (şüphe içermeyen), en azından benim için, ama aklımın sınırlarını zorlayan bir şey var ki o da bana yapılan ikramın büyüklüğü. Varım. Hiç olabilecekken varım. Yok olmayı anımsayın ve yapılan lütfun büyüklüğü karşısında korkun. Nasıl teşekkür edebiliriz? Edilebilir mi? Havsalam almıyor, kalbimin bütün hücreleriyle de hissetmeye kalksam altından kalkamıyorum bu hissin. Var olmak. O ki El Hayy'ül Kayyûm'dur. Sayesinde hayat (canlılık) ve kaimlik (devamlılık) bulduğum Allah. Allah'ın en sevdiğim isimlerinden birisi El-Hayy. Fakat burada El Hayy'ül Kayyûm dememin bir sebebi var. Kayyûm ismini zikrettim zîra üzerinde durmak istiyorum.
Yaşıyorum, yaşıyorsunuz. Fakat bunun bir sonu olduğunu düşünün. Elbette ki ölüm var, ama ölüm bir son değil ancak bir geçiş kapısı. Dünya, ahiret, cennet, cehennem her neyse tüm bu merhalelerden geçip bir süre sonra da yok olacağınızı düşünün. Diyelim ki yaşamınız böyle bir kaçınılmaz sona müteveccih. Devamlılık yok hayatta, bir süre sonra bitecek. Kaim olmayacaksınız. Yaşamanın nasıl bir azap olacağını düşünün. Yapamayız ya madem, şöyle bir örnek vereyim; dünyada en çok sevdiğiniz varlık -örneğin- eşiniz olsun. Denilsin ki onunla ancak 10 sene beraber olabilirsin, sonrasında yok olacak. Bu 10 senenin nasıl geçeceğini düşünün. Hiç sevmemiş olmayı dileyeceksiniz belki de. İşte Allah o Allah ki, Kur'an-ı Hakîm'de şöyle buyurmuş:
Beyyine Sûresi
بسم الله الرحمن الرحيم
لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ
رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ يَتْلُو صُحُفاً مُّطَهَّرَةً
فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ
وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَةُ
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ فِي نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أُوْلَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ
جَزَاؤُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً رَّضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
1- Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi.
2- (Bu delil), tertemiz sayfaları okuyan, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.
3- O sayfalarda, en doğru hükümler vardır.
4- Kitap ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
5- Halbuki onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek, Allah'ı birleyerek, ancak Allah'a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur.
6- Kâfirler, gerek kitap ehlinden olsun gerek puta tapanlardan olsun muhakkak, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Onlar, insanların en şerlileridir.
7- İnanan ve güzel amel işleyenler de insanların en hayırlılarıdır.
8- Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine saygı gösterene mahsustur.
Dikkatinizi çekmek istediğim noktayı anlamışsınızdır. ''Orada ebedî kalacaklardır''. Bu ifade az çok Kur'an okuyan herkesin hatrına gelecektir (bu ifadeyi kullanmak zorunda kalınacak günlerde yaşamak ne acı, ne zehirli). Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir. Bu kadar çok yinelenmesinde bir rastlantı mı vardır acaba? Hayır, hâşâ (asla). Allah bize demektedir ki: ''Ey kulum, bil ki korkmana gerek yok, bil ki ben vaadimden dönmem ve sana ebediyet vereceğim''.
Ey şu satırları okuyan dostlarım, bilmiyorum ne yapayım, ne edeyim ben? Nasıl, nasıl sevmeyeyim? Aklı veren de, mukayyed olan da O. Peki nasıl lâkayd olayım terbiyesine karşı? Nasıl kabul etmeyeyim Rabliğini? Değil mi ki diktiğimiz bunca heykel, verdiğimiz bunca eser ebediyet duygusundan? Yaşamak, hep hatırlanmak istemez miyiz? En büyük zaafımız değil mi? Ölümden niçin korkar bir insan? Ölüm kisvesinde yalnızlıktan korkmaz mıyız en çok, unutulmaktan?
Hayatta şükretmek için hiçbir şey bulamasak, sırf bu kâfidir. İnsan Hakk'a neden aşık olur, hafî değildir. Nitekim:
Ey kâinatın zât-ı a'lası.
Yandı uşşâkın kalbi şeydâsı
Bir aşk ki yoktur hiç intihâsı
Bir aşk ki geçmez hiç ibtilâsı
Bir aşk ki feryâd-ı zevk-ü sefâsı
Bir aşk ki zevkdir cevr-ü cefâsı
Her Mecnûn'un varsa Leylâsı
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Gökde yıldızlar, yerde çiçekler
Güller, bülbül ve kelebekler
Dünyada insan, arşta melekler
Bilcümle ekvân, yerler felekler
Feyz-ü ümîdi senden bekler
Devrân, seyrân bunca emekler
Maksûd sensin ey nûr, nûr-ı ekber
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Bu cümle âlem zâtınla meşhûn
Lâkin cemâlin kalbde metfûn
Metfûn mu? Hâşâ bir sırr-ı meknûn
Aşkınla sînem güya kânûn
Biçâre kalbim aşkınla pir-hûn
Mecnûn oldum, Mecnûn Mecnûn
Üftâde kim, ben Üftâde meftûn
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Bin cânım olsa kurban olsun
Varsın yolunda bişân olsun
Bir ân cemâle mihmân olsun
İsterse vuslat bir ân olsun
Varsın sonunda tûfân olsun
Varsın işim hep efgân olsun
Bu ânı bahşet ihsân olsun
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Razı oldum ya Rab, razı ol benden! Var oluşumun liyakatını taşıyamıyorum, beni bugün affet. Ve Efendim. Ah Efendim, sensin Peygam-ber'im (haber götürenim), reh-ber'im (yol götürenim), dil-ber'im (gönül götürenim), sensin.
On dakika olsun var oluşumuzun kerâmeti hakkında düşünerek geçirelim. Anlatmak istediğimin ne kadarını anlatabildim bilemem, derde giriftâr, hemhâl ettimse ne mutlu. Tekebbür Allah'a yaraşır, yüceltilmeye tek lâyık olan O'dur. Bencileyin haddimizi bilelim, rükû edip eğilelim, secde edip küçülelim. Bir gece bari olsun, tefekkür edelim. Gelin teşekkür edelim, hamd edelim (övelim). Gelin, Müslüman olalım!
Bazı günler yok olmayı düşünürüm. Yok dediysek ölmek değil, külliyen yok olmak. Yok olmak nedir? Yok olmayı hissetmeye çalışın lütfen, sizden istirham ediyorum. Nedir olmamak? Hiç olmayı hissedin. Var olmamayı hissedin. Anne karnı, bebeklik, gençlik, ihtiyarlık hülâsa dünya hayatını hayal edin. Ahiret diyarını hayal edin. Cennet, cehennem birine gittiğinizi düşünün. Ve sonra birden bire, evet aniden, ''yok'' olduğunuzu düşünün. Hissedin. Daha önce hiç yapmadınız bunu. Yapmaya çalışın. Yok olmak. Silinmek. Allah'ın sizi birdenbire yok ettiğini düşünün. Düşünün bu çıldırtıcı düşünceyi. Korkun. Yok olmanın korkusunu yaşayın. Varsayın ki dünyamız bir kıvılcım aydınlığında yok olacak ve.. ve yerine bir başkası konulacak. Ve siz de yok olacaksınız. Yok, yok, yok...
Felsefenin en büyük sorusu, işte en büyük kâbusu: bir şey var olmayabilecekken neden vardır?
''Neden, şu bizi hiçlikten ayıran 'ne olduğu bilinmeyen' var? Zamanların başlangıcında ne oldu da bugün var olan her şey, bu ağaçlar bu çiçekler, sanki hiç bir şey olmamış gibi sokaktan geçen bu insanlar doğdu? Hangi güç evrene bu biçimlerini verdi?''
Evrene bu biçimini veren gücün ne olduğu sorusunun cevabı lâ raybe fîh (şüphe içermeyen), en azından benim için, ama aklımın sınırlarını zorlayan bir şey var ki o da bana yapılan ikramın büyüklüğü. Varım. Hiç olabilecekken varım. Yok olmayı anımsayın ve yapılan lütfun büyüklüğü karşısında korkun. Nasıl teşekkür edebiliriz? Edilebilir mi? Havsalam almıyor, kalbimin bütün hücreleriyle de hissetmeye kalksam altından kalkamıyorum bu hissin. Var olmak. O ki El Hayy'ül Kayyûm'dur. Sayesinde hayat (canlılık) ve kaimlik (devamlılık) bulduğum Allah. Allah'ın en sevdiğim isimlerinden birisi El-Hayy. Fakat burada El Hayy'ül Kayyûm dememin bir sebebi var. Kayyûm ismini zikrettim zîra üzerinde durmak istiyorum.
Yaşıyorum, yaşıyorsunuz. Fakat bunun bir sonu olduğunu düşünün. Elbette ki ölüm var, ama ölüm bir son değil ancak bir geçiş kapısı. Dünya, ahiret, cennet, cehennem her neyse tüm bu merhalelerden geçip bir süre sonra da yok olacağınızı düşünün. Diyelim ki yaşamınız böyle bir kaçınılmaz sona müteveccih. Devamlılık yok hayatta, bir süre sonra bitecek. Kaim olmayacaksınız. Yaşamanın nasıl bir azap olacağını düşünün. Yapamayız ya madem, şöyle bir örnek vereyim; dünyada en çok sevdiğiniz varlık -örneğin- eşiniz olsun. Denilsin ki onunla ancak 10 sene beraber olabilirsin, sonrasında yok olacak. Bu 10 senenin nasıl geçeceğini düşünün. Hiç sevmemiş olmayı dileyeceksiniz belki de. İşte Allah o Allah ki, Kur'an-ı Hakîm'de şöyle buyurmuş:
Beyyine Sûresi
بسم الله الرحمن الرحيم
لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ
رَسُولٌ مِّنَ اللَّهِ يَتْلُو صُحُفاً مُّطَهَّرَةً
فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ
وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَةُ
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ فِي نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أُوْلَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ
جَزَاؤُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَداً رَّضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle.
1- Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine açık delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi.
2- (Bu delil), tertemiz sayfaları okuyan, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.
3- O sayfalarda, en doğru hükümler vardır.
4- Kitap ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
5- Halbuki onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek, Allah'ı birleyerek, ancak Allah'a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur.
6- Kâfirler, gerek kitap ehlinden olsun gerek puta tapanlardan olsun muhakkak, cehennem ateşindedirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Onlar, insanların en şerlileridir.
7- İnanan ve güzel amel işleyenler de insanların en hayırlılarıdır.
8- Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat, Rabbine saygı gösterene mahsustur.
Dikkatinizi çekmek istediğim noktayı anlamışsınızdır. ''Orada ebedî kalacaklardır''. Bu ifade az çok Kur'an okuyan herkesin hatrına gelecektir (bu ifadeyi kullanmak zorunda kalınacak günlerde yaşamak ne acı, ne zehirli). Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir. Bu kadar çok yinelenmesinde bir rastlantı mı vardır acaba? Hayır, hâşâ (asla). Allah bize demektedir ki: ''Ey kulum, bil ki korkmana gerek yok, bil ki ben vaadimden dönmem ve sana ebediyet vereceğim''.
Ey şu satırları okuyan dostlarım, bilmiyorum ne yapayım, ne edeyim ben? Nasıl, nasıl sevmeyeyim? Aklı veren de, mukayyed olan da O. Peki nasıl lâkayd olayım terbiyesine karşı? Nasıl kabul etmeyeyim Rabliğini? Değil mi ki diktiğimiz bunca heykel, verdiğimiz bunca eser ebediyet duygusundan? Yaşamak, hep hatırlanmak istemez miyiz? En büyük zaafımız değil mi? Ölümden niçin korkar bir insan? Ölüm kisvesinde yalnızlıktan korkmaz mıyız en çok, unutulmaktan?
Hayatta şükretmek için hiçbir şey bulamasak, sırf bu kâfidir. İnsan Hakk'a neden aşık olur, hafî değildir. Nitekim:
Ey kâinatın zât-ı a'lası.
Yandı uşşâkın kalbi şeydâsı
Bir aşk ki yoktur hiç intihâsı
Bir aşk ki geçmez hiç ibtilâsı
Bir aşk ki feryâd-ı zevk-ü sefâsı
Bir aşk ki zevkdir cevr-ü cefâsı
Her Mecnûn'un varsa Leylâsı
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Gökde yıldızlar, yerde çiçekler
Güller, bülbül ve kelebekler
Dünyada insan, arşta melekler
Bilcümle ekvân, yerler felekler
Feyz-ü ümîdi senden bekler
Devrân, seyrân bunca emekler
Maksûd sensin ey nûr, nûr-ı ekber
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Bu cümle âlem zâtınla meşhûn
Lâkin cemâlin kalbde metfûn
Metfûn mu? Hâşâ bir sırr-ı meknûn
Aşkınla sînem güya kânûn
Biçâre kalbim aşkınla pir-hûn
Mecnûn oldum, Mecnûn Mecnûn
Üftâde kim, ben Üftâde meftûn
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Bin cânım olsa kurban olsun
Varsın yolunda bişân olsun
Bir ân cemâle mihmân olsun
İsterse vuslat bir ân olsun
Varsın sonunda tûfân olsun
Varsın işim hep efgân olsun
Bu ânı bahşet ihsân olsun
Leylâm sensin mevlâm sensin
Mevlâm sensin mevlâm sensin
Razı oldum ya Rab, razı ol benden! Var oluşumun liyakatını taşıyamıyorum, beni bugün affet. Ve Efendim. Ah Efendim, sensin Peygam-ber'im (haber götürenim), reh-ber'im (yol götürenim), dil-ber'im (gönül götürenim), sensin.
On dakika olsun var oluşumuzun kerâmeti hakkında düşünerek geçirelim. Anlatmak istediğimin ne kadarını anlatabildim bilemem, derde giriftâr, hemhâl ettimse ne mutlu. Tekebbür Allah'a yaraşır, yüceltilmeye tek lâyık olan O'dur. Bencileyin haddimizi bilelim, rükû edip eğilelim, secde edip küçülelim. Bir gece bari olsun, tefekkür edelim. Gelin teşekkür edelim, hamd edelim (övelim). Gelin, Müslüman olalım!
9 Nisan 2015 Perşembe
Gam-efşan vakitler
18 Cemaziyelahir 1436
7 Nisan 2015
23:36
Her şey bazı yönden bir eksik, bazısından bir fazladır ama bir şekilde dengededir. Burada olmazsa öbür dünyada dengeye kavuşulur. Fakat mutlaka olur bu. Ben de bir süre iyiydim, bazı zamanlar çok sevinçliydim, şimdiyse biraz gamlıyım.
Bugün gamdan bahsetmek istiyorum. Zira bugünlerde gamlıyım. Gamdan bahsedeceğim ve başka şeylerden. Bu arada, konu ile ilgisiz ama şimdi aklıma geldi söyleyim bari: geçenlerde birine ''şey'' ne demek diye sordum. ''Şey'' Arapça bir kelime olup yaklaşık olarak varlık, yaratılmış her bir madde anlamına gelir dedi ve ekledi -belki de şaşıracaksınız- eşya'nın tekil halidir, ''şey'' dedi. Böylece bir bilinmeyen daha açığa kavuşmuş oldu benim için. Ve belki de sizin için de.
Lise yıllarımda nasılsın diye sorsaydınız, mutsuzum derdim. Öyle bir çocuktum. Yani ne bileyim, şöyle adam akıllı bir ruh halinde olduğumu hatırlamıyorum. En azından son sınıfa dek bir türlü ayılamamıştım. Hep bir sorun vardı kafamda. Kâh okula alışamadığımı düşünürdüm, haydi alıştım git-geller yaşardım, kâh derslerime pek çalışmadığımı hatırlardım, kâh zamanımın çoğunu bilgisayar denen alet karşısında geçirdiğimi hatırlardım (en büyük pişmanlıklarımdandır). Bir de bunlardan kurtulamadığımı fark ederdim sonra da burum burum burulurdu içim. Bunun yine benden kaynaklı olduğunu çok sonraları anladım ama çocukluk işte, bir çözüm bulamazdım. Ama bunlar depresyon hastası olmuş olduğum falan anlamına gelmiyor, hayatla bir çatışma içindeymişim. Elhamdülillah sonradan bir şeyler ağır ağır ''dank'' etmeye başladı.
Gam evet, lise yıllarımda da gamlanırdım (yapma yahu). İşte o zamanlardan tanıdığım biri var. İlginç biri de hem. Kaçımız ilginçtir şu ilginç dünyada sorarım size? Bahsettiğim bu ilginç kişi, bir şarkıcı, bir ressam ve de bir zavallı. Ama şayan-ı takdir biri de. Neden mi? Çünkü samimi. İnandığı şeye tüm kuvvetiyle sarılmış ve öyle yaşamış. Bundan da utanmamış. Şimdi duruldu biraz yaşlanmanın da etkisiyle. Karşınızda zavallı, cüretkâr, bir dereceye kadar saygıdeğer ve ilginç biri olarak bulduğum: Brian Hugh Warner.
(Şimdi baktım da bu resimde tipi Oscar Wilde'a benzemiş)
Görsellere adamcağızın adını yazıp aratmanızı kesinlikle tavsiye etmiyorum. Hatta yapmayın, yapanlar da bilsin ben uyardım. Günah benden gitti.
''Marilyn Manson'' ismiyle tanıdığımız Brian Hugh Warner neden bana ilginç geldi? Öncelikle, çizginin dışında seyreden biriydi. Bunu isminden bile anlayabiliriz. İsmindeki Marilyn, Facebook ve sair ortamlarda sözleri ve resimleri malum kesimce çokça paylaşılan Marilyn Monroe'dan gelmektedir. Manson ise, psikopat katil Charles Manson'dan gelmektedir. Charles Manson ise başlı başına bir konu, zira herif Tanrı'nın kendisine Beetles şarkıları aracılığıyla mesajlar gönderdiğini sanan bir manyak (yani sanıyormuş, şimdi hapiste ne yapıyor bilmiyorum). Bu sebeple çok ünlü bir Hollywood yıldızını öldürmüştür [bu yüzden gençler kendisine seneler boyu mektup yağdırmıştır, cânilikte bile popülarizm var (yazar burada tebessüm ediyor)]. O zamanlar şarkı dinlemekten keyif alırdım, tarzı hoş gelirdi bana. Onun şarkılarını dinlerken kendimi şöyle hissederdim: Şehirlerarası bir otobüste gece yolculuğu yapıyorum, koridor tarafındaki koltuktayım, otobüs ışıkları yanıyor ve yüzüm hafif kızarmış çünkü içerisi sıcak. Evet kendimi böyle hissederdim. Güzel bir histi çünkü gece yolculukları bu dünyadaki en rüyamsı şeylerdendir bana göre. Güzel bir kaçış oluyordu benim için. Onunla tanışıklığımız böyle başladı ve sonraları hayatını incelediğimde daha da ilginç biri geldi bana. Bu adam ABD'de doğmuş ve kendi yazdığı bir kitapta anlattığına göre küçükken büyükbabasının sapkın fantazilerine şahitlik etmek gibi saçma sapan şeyler yaşamış, o yüzden böyle hilkat garibesi bir şey olmuş. Hilkat garibesi çünkü bu adam kendini bir vakit deccal ilan etmiş (ben o zamanlar 1 yaşındayım, 1996). Nereden geliyor bu cesaret peki? Aniden yaşanan bir şöhret patlaması, bozuk bir hayat anlayışı (böyle olmalarının sebebini de anlıyorum aslında biraz), biraz da ilginçlik. Daha sonra hakkında yazılanlardan ayrı olarak kendim gözlem yaptığımda gördüm ki başka pislik yönleri de var. Kliplerinde İncil üzerinden kokain çekmek mi dersiniz, eşcinsellik mi dersiniz, alınabilecek en saçma insanlardan birinden ilham almak mı dersiniz -Charles Baudelaire-, 20 Nisan 1999 Columbine katliamına sebep olmakla suçlanacak kadar uçuk fikirler saçmak mı dersiniz, ilâ ahir... Ayrıca bir zamanlar Satanist Kilisesi'nden Onursal Rahiplik de almıştı. Bilmiyorum sizce nasıl ama bunlar bana ilginç gelmişti. Şimdi böyle değil tabii. Unutmadan, Columbine Katliamı'nda iki öğrenci silahlarla lise kantinine girip 13 kişi öldürüp 21 kişiyi de yaralamış ve sonra da intihar etmişti. Bunların sebebi olarak Marilyn Manson'un tiksinti uyandıracak kadar acayip kişiliği ve şiddet dolu şarkıları gösterilmişti.
Özetle: Gamlı olduğum zamanlar kendimden bir şeyler bulduğumu sandığım bu adam, yine gamlı olduğum bir zamanda aklıma geldi. Biraz vakit geçirmek için bu yazıyı yazmaya başlamış bulundum -bu yüzden edebî bir üslup takınmayacağım, sizlere bir anımı anlatıyorum gibi düşünün-. Sadece vakit geçirmek için de değil, inceleyip ibret alalım diye. Zira kendisi şu an şişmanlamaya yüz tutmuş ve geçmişteki hareketlerinden pişman bir şekilde hayatını devam ettiriyor. Olur da bir gün yapmak isteyip yapamadığınız çılgınlıklar aklınıza gelirse, yapmanıza gerek kalmadan bu adamı inceleyebilirsiniz. İnsan öldürmek dışında her şeyi yapmış olabileceğini düşünüyorum. Yapacağınız şeylerin sonuçlarını canlı canlı görebilirsiniz bu zavallı sayesinde. Şimdi size iki şarkısını çevireceğim.
1) The Reflecting God / Yansıtan Tanrı
İlk şarkımız, şarkı tarihinde yazılmış en cüretkâr sözlerden birine sahip. Bu şarkı kendisinin Antichrist Superstar adlı albümünün zirve şarkısıdır (bence). Oldukça nihilist bir temaya sahip olan bu şarkı genel olarak bizim yakılıp kül olmayı bekleyen sigaralara benzediğimizi konu alıyor, adına ebediyet dediğimiz bu hiç bitmeyen düzlükte.
Dünya bir küllük
Ve bizler de sigara gibi yanıp, bükülüyoruz
Ağladıkça, küllerimizle çamura dönüşüyoruz
Asalakların doğası işte budur
Bakire aldatılmış hissediyordur
Sen ise, yaşamın yalnızca bir saniyesini harcadın
Benim dünyamsa etkilenmemiş, burada bir çıkış var
Var diyorum ve sahiden de var
Rüya içinde bir rüya var
Uyudukça uyanmak istediğim
Anlayacaksın ben öldüğümde
Tanrı'yı görmeye gittim, kendimi gördüm
Gördüm cenneti cehennemi, hepsi yalan
Herkes ölür ben Tanrı olduğum zaman
(Nakarat)
Öl, yaralan, hisset gücümü
Ateş et buraya ve ufalt dünyayı
Kork, titre, hissetmiyor musun hâlâ?
Ufalacak dünya yalnızca bir kurşun sonra
(2. Kısım)
Haydi atlayalım keskin kılıçlara
Kesip atalım gülümsemelerimizi
Ölüm tehlikesi olmadan
Hiçbir sebep yok sağ olmaya
(Nakarat)
Öl, yaralan, hisset gücümü
Ateş et buraya ve ufalt dünyayı
Ateş et, ateş, ateş ********
Ateş et, ateş, ateş ********
Sana her gösterdiğim ölümümün bir parçasıdır
Kurtuluş yok, merhamet yok
Kurtuluş yok, merhamet yok
Kurtuluş yok, merhamet yok
Dedim ki
Yok kurtuluş ve yok merhamet
Bu senin deneyimlerinin ötesinde
Ateş et, ateş, ateş ********
Yıldızlı yerleri yazmamayı uygun buldum fakat çeviri eksik olmasın diye de böyle bir yöntem seçtim.
----------------
2) Devour / Yutmak
Dokunaklı bir şarkısı da var lâkin.
Bu şarkıyı yazmadan önce birini öldürüp sonra da intihar etmeyi aklından geçirmiş Manson.
"Bu (şarkı), kökleri kendi hayatımda olan bir tür intihar hikâyesine dayalı. Kayıt, beni ve öldürmüş olacağım kişiyi kurtardı belki de. Birisi size ölene dek sizinle birlikte olmak istediğini söyleyince, ben bunu biraz ciddiye alırım. Bu hikâye gerçek değil de bir şarkı oldu, neyse ki..."
Seni zaptedeceğim
Büyük, çok büyük hapların, kocaman şişeleri gibi
Sen hiç almamam gerekensin
Ama uyuyamıyorum seni yutmayınca
Sen solan bir çiçeksin
Hissedemiyorum dikenlerini avuçlarımda
Bu değil bir kucaklama
Sen derinlerde gömülüsün
Ve sen ağlamıyorsun
Bu kan, her tarafımdaki
Sen ağlamıyorsun
Bu kan, her tarafımdaki
Sen ağlamıyorsun
Bu kan, her tarafımdaki
Ve seveceğim seni, eğer izin verirsen
Seveceğim seni, açlıktan öldürmezsen
(Nakarat mahiyetinde birkaç nota)
Kalbini tutardım sarmaş dolaş
Bilirdim özleyeceğimi gözlerimi kaparsam
Ama gözlerim dolu ve şimdi açarsam
Görürüm seni ve parçalarım kalbini tutam tutam
Parçalarım kalbini tutam tutam
Parçalarım kalbini tutam tutam
Parçalarım kalbini tutam tutam
(Önce tehdit sonra yakarış)
Ve seveceğim seni, eğer izin verirsen
Seveceğim seni, açlıktan öldürmezsen
Oh oh oh oh... Oh oh oh oh...
Oh oh oh oh... Oh oh oh oh...
(Oh kelimesini tam nasıl çevireyim bilemedim ama bir yakarış ifadesi olarak kullanılıyor, dolayısıyla siz de öyle kabul edin. Böyle çeviri mi olur ulen demeyin samimiyetinize güveniyorum)
Utanmıyor çektiğim acı kendini yinelemekten
Utanmıyor acı yinelenmekten
Utanmıyor acı yinelenmekten
Utanmıyor acı yinelenmekten
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Ve seveceğim seni, eğer izin verirsen,
Seveceğim seni, açlıktan öldürmezsen.
------------------
Dokunaklı bir şarkı ama çeviri şiirler nasıl oluyorsa bu da öyle oldu sanırım. Bunun dışında, aşırı tiplerin aslında ne kadar dengesiz şahsiyetlere sahip olduğunu görüyorsunuz. Bu adam üzerinden bir genelleme yapmak isabetli midir orası sizin bileceğiniz iş ama bence isabetli. Sen tut ben Tanrı'yım (hâşâ) de sonra böyle otel köşelerinde aşk şarkıları yaz. Hey gidi hey. Aşkı küçümsediğimi sanmayın sadece aradaki çelişkiye dikkat çekmek istedim. Kısaca Brian Hugh Warner, bunalımların çocuğudur.
Son olarak, canımın sıkkınlığından ötürü bir şeyler yazmak istedim. Yazdığım şey faydalı da olsun madem dedim. İlginç de olsun dedim. Yazdım. Şimdi de bitti. Umarım yazının sonuna geldiğimiz şu sıralarda bunu okuyarak boşa vakit geçirdiğinizi düşünmüyorsunuzdur. Selâmetle ve denge üzere kalın(tabii ben de)! Fi emânillah!
7 Nisan 2015
23:36
Her şey bazı yönden bir eksik, bazısından bir fazladır ama bir şekilde dengededir. Burada olmazsa öbür dünyada dengeye kavuşulur. Fakat mutlaka olur bu. Ben de bir süre iyiydim, bazı zamanlar çok sevinçliydim, şimdiyse biraz gamlıyım.
Bugün gamdan bahsetmek istiyorum. Zira bugünlerde gamlıyım. Gamdan bahsedeceğim ve başka şeylerden. Bu arada, konu ile ilgisiz ama şimdi aklıma geldi söyleyim bari: geçenlerde birine ''şey'' ne demek diye sordum. ''Şey'' Arapça bir kelime olup yaklaşık olarak varlık, yaratılmış her bir madde anlamına gelir dedi ve ekledi -belki de şaşıracaksınız- eşya'nın tekil halidir, ''şey'' dedi. Böylece bir bilinmeyen daha açığa kavuşmuş oldu benim için. Ve belki de sizin için de.
Lise yıllarımda nasılsın diye sorsaydınız, mutsuzum derdim. Öyle bir çocuktum. Yani ne bileyim, şöyle adam akıllı bir ruh halinde olduğumu hatırlamıyorum. En azından son sınıfa dek bir türlü ayılamamıştım. Hep bir sorun vardı kafamda. Kâh okula alışamadığımı düşünürdüm, haydi alıştım git-geller yaşardım, kâh derslerime pek çalışmadığımı hatırlardım, kâh zamanımın çoğunu bilgisayar denen alet karşısında geçirdiğimi hatırlardım (en büyük pişmanlıklarımdandır). Bir de bunlardan kurtulamadığımı fark ederdim sonra da burum burum burulurdu içim. Bunun yine benden kaynaklı olduğunu çok sonraları anladım ama çocukluk işte, bir çözüm bulamazdım. Ama bunlar depresyon hastası olmuş olduğum falan anlamına gelmiyor, hayatla bir çatışma içindeymişim. Elhamdülillah sonradan bir şeyler ağır ağır ''dank'' etmeye başladı.
Gam evet, lise yıllarımda da gamlanırdım (yapma yahu). İşte o zamanlardan tanıdığım biri var. İlginç biri de hem. Kaçımız ilginçtir şu ilginç dünyada sorarım size? Bahsettiğim bu ilginç kişi, bir şarkıcı, bir ressam ve de bir zavallı. Ama şayan-ı takdir biri de. Neden mi? Çünkü samimi. İnandığı şeye tüm kuvvetiyle sarılmış ve öyle yaşamış. Bundan da utanmamış. Şimdi duruldu biraz yaşlanmanın da etkisiyle. Karşınızda zavallı, cüretkâr, bir dereceye kadar saygıdeğer ve ilginç biri olarak bulduğum: Brian Hugh Warner.
(Şimdi baktım da bu resimde tipi Oscar Wilde'a benzemiş)
Görsellere adamcağızın adını yazıp aratmanızı kesinlikle tavsiye etmiyorum. Hatta yapmayın, yapanlar da bilsin ben uyardım. Günah benden gitti.
''Marilyn Manson'' ismiyle tanıdığımız Brian Hugh Warner neden bana ilginç geldi? Öncelikle, çizginin dışında seyreden biriydi. Bunu isminden bile anlayabiliriz. İsmindeki Marilyn, Facebook ve sair ortamlarda sözleri ve resimleri malum kesimce çokça paylaşılan Marilyn Monroe'dan gelmektedir. Manson ise, psikopat katil Charles Manson'dan gelmektedir. Charles Manson ise başlı başına bir konu, zira herif Tanrı'nın kendisine Beetles şarkıları aracılığıyla mesajlar gönderdiğini sanan bir manyak (yani sanıyormuş, şimdi hapiste ne yapıyor bilmiyorum). Bu sebeple çok ünlü bir Hollywood yıldızını öldürmüştür [bu yüzden gençler kendisine seneler boyu mektup yağdırmıştır, cânilikte bile popülarizm var (yazar burada tebessüm ediyor)]. O zamanlar şarkı dinlemekten keyif alırdım, tarzı hoş gelirdi bana. Onun şarkılarını dinlerken kendimi şöyle hissederdim: Şehirlerarası bir otobüste gece yolculuğu yapıyorum, koridor tarafındaki koltuktayım, otobüs ışıkları yanıyor ve yüzüm hafif kızarmış çünkü içerisi sıcak. Evet kendimi böyle hissederdim. Güzel bir histi çünkü gece yolculukları bu dünyadaki en rüyamsı şeylerdendir bana göre. Güzel bir kaçış oluyordu benim için. Onunla tanışıklığımız böyle başladı ve sonraları hayatını incelediğimde daha da ilginç biri geldi bana. Bu adam ABD'de doğmuş ve kendi yazdığı bir kitapta anlattığına göre küçükken büyükbabasının sapkın fantazilerine şahitlik etmek gibi saçma sapan şeyler yaşamış, o yüzden böyle hilkat garibesi bir şey olmuş. Hilkat garibesi çünkü bu adam kendini bir vakit deccal ilan etmiş (ben o zamanlar 1 yaşındayım, 1996). Nereden geliyor bu cesaret peki? Aniden yaşanan bir şöhret patlaması, bozuk bir hayat anlayışı (böyle olmalarının sebebini de anlıyorum aslında biraz), biraz da ilginçlik. Daha sonra hakkında yazılanlardan ayrı olarak kendim gözlem yaptığımda gördüm ki başka pislik yönleri de var. Kliplerinde İncil üzerinden kokain çekmek mi dersiniz, eşcinsellik mi dersiniz, alınabilecek en saçma insanlardan birinden ilham almak mı dersiniz -Charles Baudelaire-, 20 Nisan 1999 Columbine katliamına sebep olmakla suçlanacak kadar uçuk fikirler saçmak mı dersiniz, ilâ ahir... Ayrıca bir zamanlar Satanist Kilisesi'nden Onursal Rahiplik de almıştı. Bilmiyorum sizce nasıl ama bunlar bana ilginç gelmişti. Şimdi böyle değil tabii. Unutmadan, Columbine Katliamı'nda iki öğrenci silahlarla lise kantinine girip 13 kişi öldürüp 21 kişiyi de yaralamış ve sonra da intihar etmişti. Bunların sebebi olarak Marilyn Manson'un tiksinti uyandıracak kadar acayip kişiliği ve şiddet dolu şarkıları gösterilmişti.
Özetle: Gamlı olduğum zamanlar kendimden bir şeyler bulduğumu sandığım bu adam, yine gamlı olduğum bir zamanda aklıma geldi. Biraz vakit geçirmek için bu yazıyı yazmaya başlamış bulundum -bu yüzden edebî bir üslup takınmayacağım, sizlere bir anımı anlatıyorum gibi düşünün-. Sadece vakit geçirmek için de değil, inceleyip ibret alalım diye. Zira kendisi şu an şişmanlamaya yüz tutmuş ve geçmişteki hareketlerinden pişman bir şekilde hayatını devam ettiriyor. Olur da bir gün yapmak isteyip yapamadığınız çılgınlıklar aklınıza gelirse, yapmanıza gerek kalmadan bu adamı inceleyebilirsiniz. İnsan öldürmek dışında her şeyi yapmış olabileceğini düşünüyorum. Yapacağınız şeylerin sonuçlarını canlı canlı görebilirsiniz bu zavallı sayesinde. Şimdi size iki şarkısını çevireceğim.
1) The Reflecting God / Yansıtan Tanrı
İlk şarkımız, şarkı tarihinde yazılmış en cüretkâr sözlerden birine sahip. Bu şarkı kendisinin Antichrist Superstar adlı albümünün zirve şarkısıdır (bence). Oldukça nihilist bir temaya sahip olan bu şarkı genel olarak bizim yakılıp kül olmayı bekleyen sigaralara benzediğimizi konu alıyor, adına ebediyet dediğimiz bu hiç bitmeyen düzlükte.
Dünya bir küllük
Ve bizler de sigara gibi yanıp, bükülüyoruz
Ağladıkça, küllerimizle çamura dönüşüyoruz
Asalakların doğası işte budur
Bakire aldatılmış hissediyordur
Sen ise, yaşamın yalnızca bir saniyesini harcadın
Benim dünyamsa etkilenmemiş, burada bir çıkış var
Var diyorum ve sahiden de var
Rüya içinde bir rüya var
Uyudukça uyanmak istediğim
Anlayacaksın ben öldüğümde
Tanrı'yı görmeye gittim, kendimi gördüm
Gördüm cenneti cehennemi, hepsi yalan
Herkes ölür ben Tanrı olduğum zaman
(Nakarat)
Öl, yaralan, hisset gücümü
Ateş et buraya ve ufalt dünyayı
Kork, titre, hissetmiyor musun hâlâ?
Ufalacak dünya yalnızca bir kurşun sonra
(2. Kısım)
Haydi atlayalım keskin kılıçlara
Kesip atalım gülümsemelerimizi
Ölüm tehlikesi olmadan
Hiçbir sebep yok sağ olmaya
(Nakarat)
Öl, yaralan, hisset gücümü
Ateş et buraya ve ufalt dünyayı
Ateş et, ateş, ateş ********
Ateş et, ateş, ateş ********
Sana her gösterdiğim ölümümün bir parçasıdır
Kurtuluş yok, merhamet yok
Kurtuluş yok, merhamet yok
Kurtuluş yok, merhamet yok
Dedim ki
Yok kurtuluş ve yok merhamet
Bu senin deneyimlerinin ötesinde
Ateş et, ateş, ateş ********
Yıldızlı yerleri yazmamayı uygun buldum fakat çeviri eksik olmasın diye de böyle bir yöntem seçtim.
----------------
2) Devour / Yutmak
Bu şarkıyı yazmadan önce birini öldürüp sonra da intihar etmeyi aklından geçirmiş Manson.
"Bu (şarkı), kökleri kendi hayatımda olan bir tür intihar hikâyesine dayalı. Kayıt, beni ve öldürmüş olacağım kişiyi kurtardı belki de. Birisi size ölene dek sizinle birlikte olmak istediğini söyleyince, ben bunu biraz ciddiye alırım. Bu hikâye gerçek değil de bir şarkı oldu, neyse ki..."
Seni zaptedeceğim
Büyük, çok büyük hapların, kocaman şişeleri gibi
Sen hiç almamam gerekensin
Ama uyuyamıyorum seni yutmayınca
Sen solan bir çiçeksin
Hissedemiyorum dikenlerini avuçlarımda
Bu değil bir kucaklama
Sen derinlerde gömülüsün
Ve sen ağlamıyorsun
Bu kan, her tarafımdaki
Sen ağlamıyorsun
Bu kan, her tarafımdaki
Sen ağlamıyorsun
Bu kan, her tarafımdaki
Ve seveceğim seni, eğer izin verirsen
Seveceğim seni, açlıktan öldürmezsen
(Nakarat mahiyetinde birkaç nota)
Kalbini tutardım sarmaş dolaş
Bilirdim özleyeceğimi gözlerimi kaparsam
Ama gözlerim dolu ve şimdi açarsam
Görürüm seni ve parçalarım kalbini tutam tutam
Parçalarım kalbini tutam tutam
Parçalarım kalbini tutam tutam
Parçalarım kalbini tutam tutam
(Önce tehdit sonra yakarış)
Ve seveceğim seni, eğer izin verirsen
Seveceğim seni, açlıktan öldürmezsen
Oh oh oh oh... Oh oh oh oh...
Oh oh oh oh... Oh oh oh oh...
(Oh kelimesini tam nasıl çevireyim bilemedim ama bir yakarış ifadesi olarak kullanılıyor, dolayısıyla siz de öyle kabul edin. Böyle çeviri mi olur ulen demeyin samimiyetinize güveniyorum)
Utanmıyor çektiğim acı kendini yinelemekten
Utanmıyor acı yinelenmekten
Utanmıyor acı yinelenmekten
Utanmıyor acı yinelenmekten
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Uyuyamıyorum seni yutmayınca
Ve seveceğim seni, eğer izin verirsen,
Seveceğim seni, açlıktan öldürmezsen.
------------------
Dokunaklı bir şarkı ama çeviri şiirler nasıl oluyorsa bu da öyle oldu sanırım. Bunun dışında, aşırı tiplerin aslında ne kadar dengesiz şahsiyetlere sahip olduğunu görüyorsunuz. Bu adam üzerinden bir genelleme yapmak isabetli midir orası sizin bileceğiniz iş ama bence isabetli. Sen tut ben Tanrı'yım (hâşâ) de sonra böyle otel köşelerinde aşk şarkıları yaz. Hey gidi hey. Aşkı küçümsediğimi sanmayın sadece aradaki çelişkiye dikkat çekmek istedim. Kısaca Brian Hugh Warner, bunalımların çocuğudur.
Son olarak, canımın sıkkınlığından ötürü bir şeyler yazmak istedim. Yazdığım şey faydalı da olsun madem dedim. İlginç de olsun dedim. Yazdım. Şimdi de bitti. Umarım yazının sonuna geldiğimiz şu sıralarda bunu okuyarak boşa vakit geçirdiğinizi düşünmüyorsunuzdur. Selâmetle ve denge üzere kalın(tabii ben de)! Fi emânillah!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)